Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN

Mutlak kemal Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. O’na hamd ediyoruz. Zaten hamd’ın manası, mutlak kemalin Allah’a mahsus olduğunu ifade etmektir. Muhammed Mustafa, Allah’ın Rasûlü, sevgilisi, habibi, elçisi ve ümmetine gösterdiği örneğidir. Ona da salât ve selamımızı, muhabbet ve ihtiramlarımızı arz ediyorum kendim ve sizler adına.
Bu gece sizlerle yapacağım sohbete başlarken sizlere nasıl hitap edeyim, ey kimler! diyeyim diye düşündüm. Dostlar, aziz misafirler, dinleyenler, kardeşlerim gibi birçok şey söylenebilir. Ama “sevgili gençler” demeyi tercih ettim. Biz burada gençleri dinledik, onlardan çok şey öğreniyoruz. O gençlerin programını yöneten kardeşimiz bir genç tarifi yaptı. O da şu; Kim ki bu dünya düzenini değiştirme ufkuna sahipse ona genç denir. Bugünkü toplantıda hem konuşan, hem dinleyenlerin tamamı gençtir. Çünkü bunların hepsi böyle bir ufka sahiptir. Allah, şu seyrettiğimiz programda gördüğümüz simurglar gibi, bizleri de o hedefe ulaştırsın inşallah.
Nazar değmesin diye yaşımı söylemeyeceğim ama 1934 doğumluyum. Bunu şunun için söylüyorum. Bu simurglar uçarken nasıl zorluklardan ve nerelerden geçtiklerini, bunların bir kısmının yolda döndüğünü, bir kısmının ümidini kaybettiğini, bir kısmının kanatlarının mecalinin buna yetmediğini ama bir kısmının azmi elden bırakmaksızın, mecallerini son noktasına kadar kullanarak hedefe ulaştıklarını gördük. Meğer hedefe ulaşanların tamamının da simurg olduğunu yine burada gördük.
Burada gördüğümüz seyri, mesela benim yaşımda veya yaşıma yakın olanlar, İslam dünyasında ve Türkiye’de biraz yaşamışlardır. Onun için ben, bu seyri yaşamamış olan bazı genç kardeşlerime göre daha ümitliyim gelecekten. Yani bizim bu hedefe ulaşacağımız konusunda benim ümidim daha güçlü. Neden? Çünkü ben onların görmediklerini gördüm yani bu dönüşümü. İnşallah bu gerçekleşir ki gerçekleşecek yani kemale erecek. Yoksa dönüşüm zaten gerçekleşiyor da kemale erecek.
Hedefine ulaşacak olan bu dönüşümün, 40’lı yıllardan itibaren olup bitenini az çok temyiz edecek bir durumdaydım. Oradan itibaren düşünün, bu seyri ben o günden bugüne kadar gözlerimle gördüm, yaşadım. O güne ben dönsem ve o gün emsalimle konuşsam ve bugünü anlatsam, desem ki; 2013 tarihi, Türkiye’de mesela Anadolu Platformu diye bir Platform teşekkül edecek. Buna 70 küsur tane dernek ve vakıf katılacak onların da bir kısmı temsil ettikleri, sırf bir dernekten ve vakıftan da ibaret olmayacak. Mesela Kayseri’den gelen kardeşimle konuştuk burada. O bu sefer Kayseri’de birçok kuruluşu burada temsil ettiğini söyledi. Yani 100’lerce. Bunların da üstelik meşgul oldukları muhatap kitlenin büyük bir kısmının gençlerden teşekkül edeceğini, bu gençlerin hepsinin 5 vakit namaz kılan Müslümanlar olmasının ötesinde, dünyada düzeni Allah’ın muradına uygun hale getirmeyi kendilerine ibadet edinmiş insanlardan olacağını söyleseydim, “dün akşam sırtın açık kaldı, düş mü gördün?” derlerdi.
Bugün sizin çocuğunuz; “Ben Kur’an’ı anlayabilmek için Arapça öğrenmek istiyorum. Başka bir maksadım yok. Maksadım, Allah’ın kelamını onun inzal ettiği dilden okuyup anlamak. Bunun için Arapça öğrenmek istiyorum” dese, bunu annesine ve babasına söylese ve en sonunda hocaya gidip dese ki; ben bunu murad ediyorum. Bugün hoca ne der? Herhalde 100 tane hocanın 99+1’i “Ne güzel, tebrik ederim evladım, inşallah okursun” der, kitap tavsiye eder, alnından öper. Bugün böyle olur. Tebrik ve teşvik eder.
Ben bu niyetimi hocaya açtığım zaman, “Okuyup dilenci mi olacaksın?” demişti. Bana onun verdiği cevap buydu. Çünkü Çorum’da 3-4 tane medreseden kalma hoca vardı, yaşlanmıştı bu hocalar. Bunların aynı zamanda biri müftü, bir iki tanesi vaiz, diğerlerinin resmi vazifesi yok. Onların belli bir dönemden sonra vaazlarını dinlemeye giderdim. Kürsünün dibinde 5-10 tane yaşlı adam olur. Onlar söyler, bunlar biraz uyur, biraz uyanır dinler, sonra Fatiha’yı çeker, kalkar giderler. Yani ilim bu. Kuran kursu var fakat çok yakın zamanda da olduğu gibi ilköğretimi bitirmeyenlerin Kuran kursuna gitmeleri yasak olduğu için Kur’an kursunda da talebe yok. Kur’an kursu kapanmasın diye, Allah rahmet eylesin kayınpederim bunlardan biri, yaşlı başlı adamlar Kur’an bildikleri halde Kur’an kursuna müracaat ediyorlar ve akşam derslerine gidiyorlardı. Bu misalleri ben alabildiğine çoğaltabilirim ama bu misal yeter size.
Demek ki aşağı yukarı 70 yıl önce Türkiye buydu. Bizi İmam Hatip okullarına gönderen babalarımızın, dedelerimizin hedefi de enteresan. Ben size söyleyeyim hedefi: Arkamızdan bir Fatiha okuyan olsun. İkinci hedef cenazemiz ortada kalmasın. Üçüncüsü daha büyük sayılır; mihraplar imamsız kalmasın. Yani hedefler buydu. Bu kadar körleştirilmişti hedefler, bu kadar baskılanmıştı insanlar. Bunun dışında bir şey düşünemiyorlardı. Yani Allah’ın dini, insanların hayatının birincil, belirleyici, hâkim rehberi olsun, okuyun da siz bunu gerçekleştirin, böyle bir hedefe koşun ve insanları arkanıza alın diyen insan kalmamıştı. Kalmamıştı, yoktu.
Buradan da bugün bütün eksikliğimize ve noksanlığımıza, stratejik planlama eksikliklerimize rağmen, hem Türkiye’de hem dünyada olup biteni düşünürseniz, o zaman siz ümitvar olmaz mısınız? Ben ümitvarım. Bu seyir ileriye doğru gidiyor. Bu kervan gidiyor, kervan durmuyor, yürüyor. Şehit olsak da, yaralansak da, bazen bir sekteye uğrasak da, bir duraklama olsa da, bir iki adım geriye atsak da, darbeler yesek de, ne olursa olsun bütüncül olarak baktığınızda, biraz tepeye çıkıp geçmişten geleceğe doğru baktığınızda bu kervanın hedefe doğru ilerlemekte olduğunu görürsünüz.
Bu sohbetimde, şöyle bir plan üzerinden konuşacağım. Evvela İslam dünyası. İslam dünyasındaki problemler, çözüm yolları, yol, yöntem diye belirlenmiş bir konumuz var. İslam dünyası dediğinize göre İslam dünyası diye bir kavram kullanılıyor. Peki, bu nedir? Böyle bir şey var mı, yok mu? Dünyadaki Müslümanlardan mı bahsetmek lazım, yoksa İslam dünyası diye bir şey var mı? Ondan mı söz etmek lazım. Bunun üzerine birkaç cümle söyledikten sonra başlıca problemlerini biraz açmaya çalışacağım. Ulus devlet problemi; Ümmete nisbetle ulus devlet. Emperyalizm problemi, cebr-i kültür değişimi problemi, farklı İslam anlayışları problemi. Bu farklı İslam anlayışları içerisinde orta yol İslam’ının ne olduğu ve bu orta yol İslam’ını yaygınlaştırmak için ne yapmamız gerektiği problem var. Yol, yöntem olarak da Ümmet İçtihat Şurası diye bir şeyden bahsedeceğim. Eğitim yoluyla halkın şuurlandırılmasından bahsedeceğim. Tavandan tabana ıslahat konusundan bahsedeceğim. Görece iyinin korunması gerektiğinden bahsedeceğim.
Bizde bir söz var: Eğer siz hedefinizin bütününe varamıyorsanız, başlamaktan vazgeçmeyin. Başlayın yürüyün, bütününe varamasanız bile hedefe yaklaşırsınız. Hepsi olmuyor diye hepsini terk etmeyin. Bunu ben şöyle ifade ediyorum. “Görece iyinin korunması.” Mutlak iyi değil görece iyi. Ama bunu koruyalım. Şimdi İslam Dünyası veya dünyada Müslümanlar konusuna gelelim.
Ben bir İslam Dünyası’nın var olduğuna inanmıyorum, dünyada Müslümanların olduğuna inanıyorum. Bugün dünyada Müslümanlar var ama İslam Dünyası diye bir şey yok. Şimdi İslam dünyası dediğiniz bir dünya nasıl olurdu, nasıl oluşabilirdi? Geçmişe dönüp baktığımızda Allah Rasulü zamanında Müslümanların tamamının bir dünyası vardı ve o İslam Dünyası’ydı. Orada o dünyadan ayrı bir Müslüman kitle yoktu. Sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali oldu. Onların zamanlarını düşününüz. Aralarında ihtilaflar çıktı ama yine bir halifenin yönetiminde bir tane İslam dünyası vardı, ülkesi vardı, halkı vardı. Bu halkın etnisitesi ne olursu olsun, içlerinde Rumisi de vardı, Habeşi vardı, Farisisi vardı, Acemi vardı. Sonra fetihler ilerleyince, eski Bizans’ın hakim olduğu Suriye’de gayrimüslimler, Yahudilik’ten ve Hıristiyanlık’tan dönenler vardı. Etnisite farkı vardı yani kavimler farklıydı. Ama bunların hepsi bir ümmet teşkil ediyordu. Hepsinin bir tane devleti vardı. Bir tane coğrafyası vardı. Bu coğrafyanın adına Dar’ul İslam deniyordu. Bu da hepsinin yurduydu.
Türk’ün sınırları çizilmiş bir yurdu, İranlıların sınırları çizilmiş bir yurdu, Mağriblilerin, Berberlerin sınırları çizilmiş, ümmetten ayrılmış bir yurdu yoktu. Biz o yurtlara şimdi pasaportla ve vizeyle giriyoruz. O zamanlar pasaport şuydu: Esselamu Aleyküm, La ilahe illallah Muhammeden Rasulullah. İşte pasaport, işte vize. Yani Müslümansanız zaten sınırlar açık. İslam Dünyası buna derler. Bu dünya bizimdi ulus devletler doğup parçalanıncaya kadar. En son, yine şunu da söyleyeyim: Ne olursa olsun hilafetin saltanata dönüşü gerçekten çok büyük bir kırılma noktasıdır. Keşke olmasaydı. İslam tarihinde keşke raşit hilafet yani Allah Rasulü (sav)’nün talim ve tarif ettiği 4 halifenin de uyguladığı hilafet sistemi devam etseydi. Bugün dünyada eşi benzeri bulunmayan ve bütün insanların istifade edecekleri, örnek alacakları ve İslam’ın gölgesinde müreffeh yaşayacakları bir dünyası olurdu. İşte o zaman böyle bir İslam dünyası olurdu.
Küçülmüş, birçok yandan eksilmiş ve bozulmuş da olsa yine en son Osmanlı hilafetine kadar ben inanıyorum ve kabul ediyorum ki bir İslam dünyası vardı. Balkanlar’dan tutun İran sınırlarına, Azerbaycan’a, aşağıda Yemen’e kadar geniş bir coğrafya içerisinde bulunanların hepsi İstanbul’da olan İslam halifesine bağlıydı. Bu ümmetin fertleri bu söylediğim coğrafyada o zaman yine pasaportsuz ve vizesiz dolaşabiliyorlardı. Şimdi Sultan Abdülhamit zamanını düşünün. Açe diye bir memleket var. Sultan Abdülhamit zamanında Açe’ye ilk defa hilafet merkezinden yardım gidiyor ve onlar Halifeyi ve İslam ümmetinin varlığını dokunarak görüyorlar ve ondan sonra da hutbelerinde Sultan Abülhamit’i yâd ediyorlar. İşte böyle bir İslam dünyası vardı.
Bugün televizyon seyrederken tevafuken rastladım. Çok da içim acıdı. Suriye’de bir baba, bebeği ağır yaralanmış. Arabayla onu hastaneye getirmiş. Orada herkes elinden gelen bir şey yapmaya çalışıyor. Görüntüsünü çekmişler. İnsan nasıl dayanır bilemiyorum ama sonunda çocuk babanın ellerinde ölüyor. O zaman baba feryat ediyor, benim bu konumda açtığım başlığın cevabı da bu işte, diyor ki: Nerede İslam dünyası, nerede Arap dünyası? İki cümle, söylediği bu. Nerede İslam dünyası diyor. O durumda düşünebiliyor mu bilmiyorum ama nereden aklına geliyorsa, herhalde şöyle düşünüyor: Hem Müslüman hem ümmetten hem Arap olanlar nerede?
Yani bunlar biraz daha yakın olmalı. Hiç olmazsa bir de kavim birliği var yani o anlamda akrabalık var. Ümmet uygulamasına aykırı olmamak, ters düşmemek kaydıyla akrabalık bağına öncelik vermek İslam’a uygundur. İslam bunu tavsiye eder. Dolayısıyla bir sırf Arap ya da Acem olduğu için tercih etmemek kaydıyla, ölçütler İslami ve ahlâki olmak kaydıyla siz akrabanıza öncelik verirsiniz. Hemşerinize gerektiğinde öncelik verirsiniz. Mesela zekât da öyle değil midir? Zekâtı herkese verebilirsin ama bizim fıkıh kitapları diyor ki, nafakasını borçlu olmadığınız akrabanızı, eğer durumları onlardan daha perişan, elzem kişiler yoksa tercih edin diyor. O arkadaş bunu söyleyince aklıma geldi. Nerede İslam dünyası, nerede Arap dünyası diyor. Ben ona cevap veriyorum buradan: Yok. Sesimi duymuyor ama böyle bir dünya yok.
Böyle bir dünyayı elimizden aldılar. Bizim böyle bir dünyamız vardı. Bu dünyanın başında, iyi kötü, eksik fazla, adına halife dediğimiz ümmetin başı vardı. Ben birçok Arap memleketinde insanlarla bulundum. Gittim geldim vs. aklı başında, ümmet kavramını bilen, ümmete inanmış, ümmetin değerini bilen, ümmetin yerine ulusun ikame edilmeyeceği, kavmin ve kavmiyetin ikame edilmeyeceğinin farkında olan insanlarla konuştum. Onlar hep şunu söylediler. Hilafet kaldırılınca, Osmanlı yenilip dağılınca biz imamesi kopmuş, ipi kopmuş tespih tanelerine döndük. Aklı başında olanlar hep bunu söylediler.
Kuzey Afrika’da emperyalist Fransızlar, İngilizler hâkim olduğu yerlerde sonra bir de Necit’ten Osmanlı’ya doğru kopan Vahhabi isyanında bizim ecdadımız ve kavmimiz aleyhine insanların beynini yıkamışlar. Şimdi o da zayil oldu. Şimdi gençlerde bu durum yok. Siz de bizi soydunuz, sömürdünüz, siz de emperyalisttiniz gibi bazı şeyleri kafalarına sokmuşlardı. Bunlar şimdi zayil oldu. İşte bizim böyle bir ümmetimiz vardı, bu ümmeti elimizden aldılar.
Çareler faslında söyleyeceğimi sıcağı sıcağına şimdi söyleyeyim. Bizim bir şekilde bu ümmeti yeniden tesis etmemiz gerekiyor. Bu çağda nasıl olabilecekse… Yani bütün dünyada. Dikkat ederseniz ben dedim ki bizim bir tek coğrafyada toplanmış, bir tek devlet, bir tek bayrak, sancak altında toplanmış bir İslam Ümmeti yok ama dünyada Müslümanlar var. Şimdi biz öyle bir organizasyon yapacağız ki bu organizasyon dünyadaki bütün Müslümanları kanatları altına alacak. Benim maksadım bu. Bu organizasyon çağdaş olacak. Aklı eren herkes siyaset bilimcisi, uleması, sosyologu, antropologu, bütün insan bilimleri uzmanları bir araya gelecek ve biz böyle bir organizasyonu böyle bir çağdaş ümmeti nasıl gerçekleştiririz üzerinde düşünüp planlayacak ve simurgların ülkesi gibi bu yüce hedefe doğru da ayaklarımızın, gücümüzün sonuna kadar kullanarak ilerleyeceğiz.
Ne yazık ki bugün bir İslam dünyası yok. Söyleyip duruyoruz ama böyle bir şey yok. Bu hayalden ibaret. İslam dünyasının karşısında bu dünyayı yok eden ötekiler mevcut. Ötekiler kelimesini şuurlu olarak söylüyorum. Bunların kim olduğunu biliyorsunuz. Bu ümmeti elimizden alan ve bizi yok etmeye çalışan, Arap Baharı’na karnabahar diyenler ve bunlardan bizim ülkemizde de var. Bu tabiri kullanan ve köşe yazısında bunu yazan insanımız var ne yazık ki. Arap Baharı’na karnabahar diyor.
Arap Baharı’nın muvaffak olmasını istemeyen, niye istemiyor? O soruyu sormuyor. Ya da soruyor, kendisine işi bilenler tarafından anlatılıyor fakat kafası oraya basmıyor. Ya da daha kötüsü kiralanmış. Şimdi Arap Baharı’nı istemeyenler mevcut dünya sistemine muhalif olmayanlardır. Bugün bir dünya sistemi var. Bu dünya sistemi Müslümanların lehine mi? Hayır. İnsanlığın lehine mi? Hayır. Bugün mevcut dünya sistemi ne Müslümanların lehine ne de insanlığın lehine.
Bugün dünya sisteminin insanların lehine olmadığı, insanların büyük bir kısmını perişan ettiği konusunda düşünceler sadece Müslümanlara ve Müslümanların kanaat önderlerine ait değil. Avrupa’da, Amerika’da yaşayan Allah-u Teâlâ’nın insanlara lütfettiği aklı şartlanmamış, donmamış akademisyenler ve bazı mütefekkirler var. Bunların yazdığı bazı eserler var. Mesela bunlardan Müslüman olan Garudi’nin 20. Yüzyılın Biyografisi diye bir kitabı var. Ben gençlerimizin bu kitabı okumasını mutlaka isterim. Amerikalı Sosyoloji Profesörü Wallerstein’in “21. Yüzyılın Sosyolojisi” diye bir kitabı var. Yine Amerika’da Chomsky’nin makale ve kitapları var.
Bunun gibi Batılı, Avrupalı ya da Amerikalı yazarların söyledikleri şu: Bugünkü dünya sisteminin en fazla 50 yılı kalmıştır. Ya insanlar akıl ve vicdanlarını şartlanmışlıktan, kirlenmişlikten kurtarır ve bu dünya sistemini musibetsiz değiştirirler. Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir. Nush diyelim biz, yani nasihatle, akıllarını ve vicdanlarını kullanarak bu dünya düzenini değiştirip daha insani, daha ahlâki ve daha vicdani bir düzen tesis ederler, diyor bu insanların dördü de. Ya da Wallerstein en fazla 50 yıl içerisinde kıyamet kopar, diyor. Bizim din kitaplarında yazan kıyamet değil bu kıyamet. Sadece Müslümanların değil insanlığın da aleyhine olan, insanlığın büyük kısmının aleyhine olan. Çok küçük bir kısmın lehine olan bir dünya düzenidir bu. Bunun da mutlaka değişmesi icap ediyor.
İslam dünyasının karşısında ötekiler tabirini kullanmıştım ya, bir tabir daha var ona ben çok takılıyorum. Bugün Sevgili Davutoğlu yine onu kullandı, biz de kullanıyoruz. Başka bir çare olmadığı için acaba bir şey olur mu diye “Uluslararası Topluluk” diye bir kavram kullanıyoruz. İslam Dünyası gibi. Nasıl İslam dünyası diye bir şey bence yoksa bizim bakımımızdan uluslararası topluluk diye bir şey de yok. Bize yönelik yani bizim derdimize çare olacak, bizim yaramıza merhem olacak bir topluluk yok. Böyle bir şey yok. Mesela eşeğin canı yanınca atı geçer derler. Bana sık sık sorarlar, kaç defa sordular. Bazılarının istişhat dediği bazılarının da intihal dediği bir olay var biliyorsunuz. Bunun caiz olup olmadığını soruyorlar bana. Ben de onlara, bir olağanüstü hal fıkhı vardır, bir de olağan hal fıkhı vardır. Siz bana, -oturmuşsunuz serin serin- onun hayatı, acısı hakkında sorular soruyorsunuz.
Ben Filistin’e gittim, mülteci kamplarını gezdim. Dayanılır gibi değil, yaşanmaz orada. Ama orada doğan bugün 30-40 yaşına gelmiş… Orada doğmuş ve orada yaşıyor. Bir de Türkiye’yi düşünün. Cenab-ı Mevlâ bize cennet gibi bir vatan lütfeylemiş. Filistin’de bir yere gidiyorsunuz yeşillik var, güneş yok. Bir yerde güneş var, her şey var, yeşillik yok. Bir yerde su yok, bir yerde su çok arazi yok. Şu memlekette Cenab-ı Mevlâ her şey vermiş. Aslında güzel insan da var. Bizim insanımız kötü değil. Bizim insanımızda eksik olan şey eğitim. Üzerimizden silindir geçmiş. Bu silindirin adı sosyologlara göre, kültür sosyolojisine göre; cebri kültür değişimi. Bizler silah zoruyla, idam, hapis, işkence tehditleriyle, kültür ve medeniyetini değiştirmeye mecbur edilmiş bir halkız.
Bunun en büyük darbesini, -biraz kendim için söylüyorum- babam ve dedem yemiş. Dedeme bir gece misafirler geldi. 1940’da falan olabilir belki. Misafirler geldi ve ben de bir köşeye sindim. Onların bu anlattıkları şeyden çok hoşlanırdım, dinliyorum. O gece kıyafet ve şapka devriminden bahsettiler. Devrim olunca da Amasya’dan, Zile’den, Bursa’dan bir takım insanları sürgün etmişler Çorum’a. Orada da Kaşhan diye bir zindan vardı, oraya kapatmışlar. O insanlar epeyce kalmış orada. Tahir-ül Mevlevi diye bir zat vardır. O zindanlarda yatanlardan birisi. Ondan bahsettiler, falan bunu çıkarmamış, ona şu işkenceyi yapmışlar, böyle dövmüşler diye.
Ben de çocukluk dolayısıyla bundan etkilendim. Şimdi anımsadım okuma yazmayı bildiğime göre o zamanlar demek ki ilkokul 1’de veya 2’deyim. Yazı yazmayı biliyordum. Ertesi sabah dedemden mükâfatı almak üzere bir şiir yazdım. Belki de hayatımda yazdığım ilk şiirdir. Şiir demeyelim de manzume. Biraz şöyle kafiyeli. 5-6 kıta hepsi birden şöyle: Şapka ne kadar kötü, fes sarık ne kadar iyiydi. Niye değiştirildi, niye bu insanlara kötülük edildi vs. mealinde cümleler vardı. Sonra dedemden bir aferin almak üzere dedeme okudum. Ben okurken dedemin rengi sarardı. İkimiz varız, başka kimse yok. Sonra elimden kâğıdı aldı. En ufak parçaya kadar yırttı, yırttı, yırttı. Bir daha fes, şapka, sarık kelimesini ağzına almayacaksın dedi. İşte böyle sindirilmiş bir halk. Abartmış olmuyorum. Biz cebri kültür değişimine maruz kaldık. Onun için bugün o Gezi olayı var, bölünmüşlüğümüz var.
Bize insanları ötekileştirmeyin, herkesi kendi halinde hoşgörün diyorlar. Nasıl olacak bu iş? Allah-u Teâlâ diyor ki: “Herkesi kendi halinde hoş görme! Ben kimin, hangi halini hoş görürsem, ey kulum sen de onu o halinde hoşgör. Eğer ben hoş görmüyorsam sen de hoş görme.” Benim dinim bana bunu söylüyor. Sonra? Dilinden geliyorsa; bu günahtır, buna Allah razı olmaz, bu bizim geleneğimize uygun değil dersin. Adamı da az gâvurken daha fazla gâvur yapmanın anlamı yok. Gâvur ama Müslümanlara sempatisi varken, hem gâvurlara hem Müslümanlara düşman yapmanın anlamı da yok. Yani bunları da istemiyor Allah-u Teâlâ. Bunun için en münasip dille, iyi niyetle, ıslah etmek için dilini kullan diyor ve halinin hoş olmadığını, onu değiştirmenin lazım geldiği söyle diyor. Daha gücün yetiyorsa diyor, başka tedbirler de alarak hoş olmayan hali engelle.
Bir kardeşimiz diyordu ki, çıkara dayalı sistem yerine, değere dayalı sistemi tercih etmeliyiz. Peki değer nerede? Ona eğitim ile alakalı bir soru soruldu. Neredeyse eğitime gerek yok dedi. İnsanlar zaten değerli doğarlar ve büyürler. Hatta okumayanlar değer sistemini daha iyi bilir, kavrar” dedi. Kardeşim ben bu kadar yıldır Anadolu’da yaşıyorum. Benim babam da demirci idi, nalbanttı. Köylere ben onunla giderdim. Zaten bir kısım hısımlarımız da köylüdür. Köy hayatını gayet iyi bilirim. Anadolu’yu gayet iyi bilirim. Köylüsünü, doğusunu, batısını bilirim. Kadınını ve erkeğini bilirim. Kardeşimizin anlattığı, okuyarak kendi kendini yönetecek kadar çıkarını yenmiş, kendini aşmış ve hayatını değerlere göre yaşamış bir insan topluluğu ben göremiyorum. Böyle bir şey yok. Bizim insanımız hala bir karış toprak için insan öldürüyor. Hangisi değer, hangisi çıkar bunun. Bu çıkar işte; hem de bir karış. Bir karış toprak için insan öldürenler memleketinde yaşıyoruz biz.
Benim bir arkadaşım var, Bekir Topaloğlu. Birlikte kitap yazmışlığımız vardır. Karadenizlidir kendisi. Bir gün dedi ki; biz de adam abdestini alır, namazını kılar, camiden çıkar bakar ki orada hasmı var, tabancayı çeker, hasmını vurur dedi. Ortada bir kan davası var ya, adam daha abdestli, camiden de yeni çıkmış ama hasmını vurabiliyor. Ahlâki bakımdan yani teorik olarak baktığımızda çıkar yerine değerleri koymak ve değerlere dayalı bir sistemi kurmaya benim itirazım yok. Yalnız buna, Simurg’un bulunduğu yere giden kuşlar gibi, biz epeyce bir kanat çırptıktan sonra, şu Platform var ya, bu Platformun havasını gerçek anlamda Anadolu’ya hâkim kıldıktan sonra inşallah ulaşırız. Dilerim bu 10 yılda olsun. 10 yılda olursa çok iyi olmaz mı? Çok süratle yol kat etmiş oluruz. Bu işin o kadar kolay olduğunu sanmıyorum.
Gelelim öbür konumla alakalı olana. O da şudur: Aslolan insanların kendini ifade etmesidir. İnsanların kendisini ifadesine, hayat tarzı ve yaşantısı da dâhildir diyor. Ve insanların hayat tarzına ve yaşantısına, fikrine, söylemine ve eylemine kimsenin müdahale hakkı yoktur, diyor. İnsan hak ve özgürlüklerle doğar. Kimse bu hak ve özgürlükleri sınırlayamaz, diyor. İlk bakışta güzel, fakat çok problemli bence. Ben de diyorum ki, hak, özgürlük ve değer. Hepsinin bir referansı olmalıdır. Bunun referansı beşer aklı ve vicdanı olamaz. Bakın vicdanı da koyuyorum. Yani beşeri olamaz. Siz beşer aklını ve vicdanını ilahi irşada tabi kılmazsanız ilahı irşadın nuru ile, feyizi ile eğitmezseniz ve siz İslam insanının vicdanına ve aklına sahip olmazsanız olmaz.
Benim nezdimde 3 akıl vardır: Biri saf İslam aklı, diğeri Müslüman aklı ve ötekinin aklı. Saf İslam aklı hemen hemen en kamil manada belki de sadece Allah Rasulünde tecelli etmiş olan akıldır. Öz be öz İslam aklı hiç şüpheye yer vermeyen, ağzından ne çıkarsa İslam’ın ta kendisi olan akıl. Bence bunun adı İslam aklı ve bu sadece bir insanda tecelli etmiştir o da Hz. Muhammed (sav).
Şimdi Müslüman aklına gelelim. Müslüman aklı biraz karmadır. Ne kadar o İslam aklından tevarüs etmişse o kadar İslam’a yakındır. Onun içine ne kadar çıkarı, beşeriyeti vs. karışmış da o aklı kirletmişse, bulutlu hale getirmişse, o kadar da saf İslam aklından uzaktır. O halde biz akıllarımızı ve vicdanlarımızı saf İslam aklına ne kadar yaklaştırırsak, o kadar adına değer dediğimiz şey değer olur. Adına hak ve özgürlük dediğimiz şey hak ve özgürlük olur.
O kardeşimiz örnekleri hep başörtüsünden ve bu camianın hoşuna gidecek olan şeylerden verdi. Ben de başka örnekler vereceğim o zaman. Mesela bu Gezi Olaylarından söz edeceğim de şöyle bir tenkit yaptı o güzeldir. Başörtüsü zulmüne sustunuz da şimdi çevre kirlenmesi konusunda mı reaksiyon göstermeye kalktınız? Onu söyleyenler başörtüsünü örnek olarak vermiyorlar. Ben size söyleyeyim. Eşcinsellere insanlar atıp tutarken, tükürürken, onların önüne geçip neden korumadınız, diyorlar. Peki, biz bunu hoş mu göreceğiz? Eşcinseller kendini böyle ifade ediyor. Eğer, kendini ifade, önüne herhangi bir engel koymayacaksa ve sınırlamayacaksa -bunu bugün için söylemiyorum, ben bize ait sistemi anlattığım için söylüyorum- bugün belki siz eşcinsellerle alakalı tercihen hiçbir şey söylemeyebilirsiniz. Ama söylememek onları hoş görmekten kaynaklanmaz. Ya da bu hali normal görmekten, insan hakkı ve özgürlüğü olarak görmekten kaynaklanmaz. Bu olsa olsa bir taktik olabilir. Zamanı gelmemiş olur. Sıra ona gelmemiş olur. Yoksa bunun karşısında siz, bunu bir insan hakkı, bir özgürlük olarak telakki edemezsiniz.
Dolayısıyla öteki ve uluslararası toplum konusunu da bitireyim. Uluslararası toplum bizim için söz konusu değildir. Uluslararası toplum kendileri için söz konusudur. Buraya istişhat konusundan gelmiştim hatırlarsanız. Filistin’de, 1940’lı yıllardan beri İsrail’in Filistin’e neler yaptığını görüyoruz. 47-48’lerde bugünkü İsrail’in de işgal ettiği, Filistinlilerin de oturduğu o topraklarda İsrail’in olduğu yer küçümencik bir yer. Koca bir haritada avcunuzun içi kadar bir yer. Şimdi Filistinlilerin sahip olduğu yer 47-48’lerde onların sahip olduğu yer kadar, hatta ondan daha küçük. Üstelik bir de ortasından bölünmüş. Yani Batı Şeria ve Gazze ortasından bölünmüş. Ortasına da kendileri girmiş. Bu hale gelmiş. Bu birinci madde.
İkinci maddeyi şöyle düşünün: Evinizde çoluğunuzla, çocuğunuzla oturuyorsunuz. Ev de sizin, tapusu da. Belki ta ecdadınızdan kalmış. Bir tank veya buldozer geliyor. Çıkın diyor. Niye diyorsunuz? İsrailliler için yerleşim yeri yapacağız, sizin evleri yıkacağız, diyor. ‘Biz ne yapacağız?’ diyorsunuz, ‘Orası bizi ilgilendirmez’ diyorlar. ‘Siz buradan çıkın.’ Adam direnirse vuruyor, öldürüyor. Onları zorla çıkarıyor. Ya da onlar içerideyken yıkmaya başlıyor. Onlar da çoluk, çocuk kaçıyor. Şimdi bir empati yapın. İşte bu, olağanüstü hal. Bana olağanüstü hal fıkhı olarak sorun bu soruyu, diyorum. Olağan hal olarak sormayın. Demeyin ki bir harp ediyoruz biz.
Konvansiyonel insanların nasıl olacağı üzerinde ittifak etmiş bir savaş şekli var. Kullanacağınız silahlar da belirlenmiş. Ona göre dişe diş, bir de orantılı güç. Orantılı güçle harp ediyoruz. Orantılı güç ile harp ederken siz gidip üzerinize bombaları alıp, savaştığınız askerlerin çocuklarının, ailelerinin oturduğu yerlere gidip, kendinizi ve onları öldürürseniz o intihar ve cinayettir elbette. Bu olağan durum. Fakat benim söylediğim halde, bunu içinizden kaç kişi yapmaz bana söyler misiniz? Kaçınız durur, sabredersiniz? Soru işareti olarak bırakıyorum. Biraz düşünün. Bu insanlar işte, Filistinliler bu kadar çaresiz. Orantısız bir savaş ve arkasında uluslararası bir toplum var özellikle de ABD var. Dünyanın en güçlü ülkesi maddi bakımdan. Bunu arkasına almış, uluslararası toplumu da almış zulmediyor. Onun için de evlerini yıkıyor, insanları öldürüyor.
Sırf Filistin üzerine konuşsam, birkaç saat konuşurum. Kendim gittiğim, onlarla hemhal olduğum için. Gerçekten çok acı manzaralar var da oraları geçelim. Onlar böyle bir hayat yaşıyorlar. Ara sıra attıkları füzeler var. Onu da niye atıyorlarsa bilmiyorum. Herhalde başka çareleri kalmıyor. Bazen de belki kendileri atmıyor, ondan da şüphem var. Attırılıyorlar, Amerika beyanat veriyor, uluslararası toplum beyanat veriyor sonra uçaklarla, tank ve toplarla mahalleleri imha ediyorlar, yüzlerce adam öldürüyorlar. Utanmadan o uluslararası toplumun sözcüsü veya ABD Başkanı çıkıyor ve diyor ki onların meşru savunma hakları vardır.
Şimdi soruyorum. Uluslararası toplum kimin için var? Bizim için yok. O halde bizim problemlerimizden biri ümmetsizlik. Bizi bu emperyalistler, daha iyi sömürebilmek için, ulus devletlere bölmüşler. Şimdi o da yetmiyor. Çünkü onun da devri dolmuş. Ulus devletleri de kendi içinde bölüp, gerilim meydana getirip, kendi içlerinde savaştırıp, yolmaya devam etmek istiyorlar. Bu onların oyunu, bunların karşısında yapabileceğimiz bir tek şey var: O da ümmeti yeniden tesis etmektir.
Ümmeti yeniden tesis etmek bir coğrafyada bir bayrak altında, bir dili konuşan bir İslam milleti oluşturmak değil. Bunu arz ettim. Yani bu mümkün olmayabilir. Ama dünyanın neresinde olursa olsun, Müslümanların birbirleriyle dayanışmasını sağlayacak «ben bu ümmettenim, bu ümmetin bir parçasıyım ve benim derdime bunlar derman olur. Ben biiznillah istimdat ettiğimde benim imdadıma bunlar yetişir, haklarımı bunlar korur ve bunun için ellerini taşın altına koyarlar” diyebilecekleri bir organizasyona ihtiyaç var.
Ulus devletten biraz bahsettim. Emperyalizmden biraz bahsettim. Cebri kültür değişiminden bahsettim. Farklı İslam anlayışları da bizim problemimiz. Doğru. Bu da çok uzun konuşulabilir. Niye problem oluyor? Mezheplerin, cemaatlerin, tarikatların, modernistlerin, gelenekçiler, bir kısım ilahiyatçıların, tasavvufu inkâr edenlerin, tasavvufa bağlı olanların, Selefilerin vs. farklı İslam anlayışları var. Hepimiz biliyoruz? Bu niye problem? Yeni mi çıktı bunlar? Eskiden yok muydu? Ümmet var dediğim zaman farklı İslam anlayışları yok muydu? Mesela Selçuklular, Osmanlı, Emeviler, Abbasiler zamanında hele hele Hz. Ali zamanında ve ondan sonraki zamanlarda farklı İslam anlayışları yok muydu? Vardı. Farklı İslam anlayışlarına rağmen ümmet birliği nasıl oluyor? Bunu Hz. Ali’nin dilinden size anlatacağım.
Hanefi fukahasından, Şemsü›l Eimme Serahsî diye bir zat vardır. Büyük bir fakih. Onun da bir eseri var El Mebsut diye. İmam-ı Muhammed›in eselerini de birisi cem etmiş El Kâfi diye, onu Şemsü›l Eimme Serahsî 30 ciltte şerhetmiş. Ama neler çekmiş bu insanlar. Bu 30 cildin neredeyse 15 cildini zindanda yazmış. Onun memleketine gittim, o zamanki zindanları bana gösterdiler. Hep ‘kuyu hapishanesi’ derlerdi anlamazdım. Gerçekten kuyu hapishanesiymiş. Genişçe bir kuyu düşünün ama kuru, içinde su yok. İnsanları buraya atıyorlar. Bunun içerisinde yaşıyor. İzin vermişler üst tarafına talebeleri toplanıyor. Aşağıdan yukarıya dersi anlatıyor, onlar da yazıyorlar. Bu şekilde…
Serahsî diyor ki; Hz. Ali, Muaviye ile savaşıyor sonra hakem meselesi ortaya çıkıyor. Kur’an hakem olsun diyor karşı taraf. Hz. Ali de bunu kabul ettiği için, ilk muhalefet zümresi ortaya çıkıyor. Hüküm Allah’ındır, sen neden hakemi kabul ettin, hakem nasıl hüküm verir diye bir itirazla ortaya çıkıyorlar. Bunlara Hariciler deniliyor. Hariciler ümmet içerisinde ilk önce siyasi sonra da dini muhalefettir. Ümmetin içerisinde bir grup var ve onlar da muhalefet. Şimdi bu ne oldu? Farklı İslam anlayışı oldu. Hariciler’in İslam anlayışı farklı, Hz. Ali ve cumhurun İslam anlayışı farklı. İki İslam anlayışı çıktı. Bunlara Hz. Ali: “Ben sizi tekfir etmiyorum” diyor.
Birinci madde bu. Yani siz düşünüyorsunuz, böyledir diyorsunuz. Siz de bunu nereden çıkarıyorsun, bana göre hata ediyorsunuz ama referansınız Kur’an diyorsunuz, Oradan hareket ediyorsunuz. Dolayısıyla Müslümansınız, bizdensiniz.
İki: Şu mescit bizim mescidimiz. Size açık. İbadetlerinizi gelip bizimle yapmak isterseniz, buyurun. Siz bizden farklı düşünüyorsunuz diye sizi mescidimize, mabedemize koymazlık etmeyiz.
Üç: Bizim sizinle ortak düşmanlarımız olur. Ümmetin düşmanı ile muharebe ederiz. Eğer siz de bizimle olursanız, bizim lehimize olan sizin lehinize, bizim aleyhimize olan sizin de aleyhinize olur. Yani hak ve vazifeleri paylaşmış oluruz, diyor.
Dört: Siz bunları kabul etmez, bize kılıç çekip şiddet yoluyla bize kendi inancınızı, düşüncenizi ve sisteminizi dayatırsanız biz de kılıç çekeriz, diyor.
Bakın, bu çağda bu noktaya gelinmiştir öyle değil mi? Şimdi de ne diyorlar? Şiddete başvurmadıkça insanlar, konuşabilirler, istedikleri gibi inanabilirler vs. Yani buraya yeni gelinmiş, bu noktaya. Hz. Ali’nin o zaman ilan ettiği noktaya. Farklı İslam anlayışları Hz. Ali’nin ortaya koyduğu bu İslami düzene tabi olsa Ümmetin birliğine zarar vermez. Ötekiler de bundan istifade edemez. Çünkü bu ümmetin parçası ötekilere karşı ya bizimle birlikte mücadele eder ya da en azından kenarda kalır onlarla iş birliği etmez. Çünkü onlarla iş birliği etmek bize savaş açmaktır. Zaten o hesapta yok. Farklı İslam anlayışları eğer böyle telakki edilseydi hem bu farklara sahip olanlar hem de ona muhatap olanlar bu ümmetin birliğine zarar vermezdi. Ama ne yazık ki bu böyle değil.
Çok şey söyleyebilirim ama içim yana yana size Şii İslam anlayışından söz edeyim. Biz İran›a gittik belki 15-20 sene önce. 10-15 gün İran›da araştırma gezisi yaptık. Orada Ayetullahlarla tanıştık, konuştuk, samimi sohbetler yaptık. Sonra bu insanları Türkiye›ye davet ettik. Burada 2-3 gün süren Tarih Boyunca Şii İslam Münasebetleri konulu bir sempozyum yaptık. Onlar Şiiliği anlattılar bizimkiler Sünniliği anlattılar. Tarih boyu Şii, Sünni zaman zaman gerginleşen, zaman zaman yaklaşan ilişkiler, bunların sebepleri, niye böyle oldu, bunlar anlatıldı.
Şimdi ne yapmalı? Bunlar oldu, bitti. Sizin mezhebiniz size, bizim mezhebimiz de bize. Ama sonuçta biz mümin miyiz size göre? Bize göre siz de müminsiniz. O halde biz ümmetin iki parçasıyız. Ama İslam anlayışlarımız farklı. Bu dinimiz farklı demek değil. Siz de Müslümansınız, biz de. Şimdi ne yapmalıyız? Bu iki büyük zümreye neyi tavsiye edelim ki bu farklı İslam anlayışları ümmet birliğini bozmasın. Ötekilerin ekmeğine yağ sürmeyelim. Ötekiler bizi sömürmeye, ezmeye devam edemesin. Biz güçlü olalım.
Çünkü onlar ancak gücün dilinden anlıyorlar. Onur, vicdan, akıl, insan hakkı, adalet vs. bunlar sözde var. Sadece bir tek şeyin dilinden anlıyorlar. O da güç. Biz güçlü olsaydık, şimdi bakın nasıl haklı olurduk onlara göre. O zaman bu müzakereler bittikten sonra iki tarafın komisyon başkanları bir araya gelip bir sonuç bildirisi yazdık. Bu sonuç bildirisinde bir formül üzerinde ittifak ettik. Dedik ki bir dinin usulü vardır bir de mezhebin usulü vardır. Bu şu demek, dini din yapan olmazsa olmaz unsurlar vardır bir de mezhebi mezhep yapan unsurlar vardır. Biz bu ikisini ayıralım, usulü, mezhebi münakaşa mevzuu olmaktan çıkaralım, birbirimize de dayatmayalım. Ne biz sizi Sünni olmaya zorlayalım, ne de siz bizi Şii olmaya zorlayın. Bunu buzdolabına kaldıralım. Herkes kendi mezhebini yaşasın. Usûl dediğimize gelelim. O inançlar ki onlarsız İslam olmaz. Allah, peygamber, kitap, ahiret. Sonra birileri iki tanesini söylemedi dörde indirdi amentüyü der. Bu söylediğim dördün içinde var. Siz bunlara inanıyor musunuz? Evet. Biz de inanıyoruz. Tarihte değişik şeyler söylenmiş ama siz bugün şu mushafın Allah’ın gönderdiği ve değişmeden bize gelmiş Mushaf olduğuna inanıyor musunuz? Evet dediler. Bu çok önemli değil mi? Biz de buna inanıyoruz. O halde biz usul-ü dinde kardeşiz. Şimdi şu mezhepçiliği bırakalım dedik. Altına da imza attık. Siz gidin memleketinizde halkınıza bunu anlatın. Biz de memleketimizde halkımıza bunu anlatalım dedik. Tabi konu aynı. Vay ehli sünnet, vay din elden gidiyor, bunlar bizi Şiileştiriyor. Tam aksine ümmetin birliğini sağlamaya çalışıyoruz. Yani böyle bir formül. Olursa olur, olmazsa olmaz. Bunun üzerinde ittifak ettik.
Ama bugün olana bakın. İşin siyasete yansıyan tarafına bakın. Suriye meselesinde siz İranlılar olarak Suriye’yi destekliyorsunuz. İşe mezhep olarak bakalım. Sizin mezhebinizden değil bunlar aslında. Ama taktik icabı onlar da bizden diyorsunuz. Değil hâlbuki farklı. İki mezhebi bir tarafa bırakalım. Partinin mahiyetine bakalım. Bunlar Baasçı. Siz İran İslam Devletisiniz. Anayasanız İslami, kanunlarınız bu anayasa, dolayısıyla Kur’an’a dayanıyor. Peki, bunlar neci? Bunlar maddeci, bunlar sosyalist, bunlar milliyetçi, kavmiyetçi. Bırakalım yani mezhebi bir tarafa. Bu taraflarıyla, İran İslam Devleti’nin ve anayasasının ilkelerine ters düşen bir topluluk var karşınızda. Bunu da destekliyorsunuz. Hani usul-ü dinde birleşecektik. Dine göre hak nedir, batıl nedir, zalim kimdir, mazlum kimdir diyecektik? Desteğimizi buna göre verecek ya da çekecektik. Bu ne oldu? İşte, farklı İslam anlayışları böyle olduğunda bize zarar veriyor. Yoksa farklı İslam anlayışlarındaki farklılığı insanların kendilerine bıraksak, biz o farklı olmayan ama onsuz İslam’ın olmadığı esaslarda ümmeti yeniden tesis ve teşkil etsek, oturup kalkmamızı buna göre ayarlasak, o zaman farklı İslam anlayışları ümmetin varlık ve birliğine zarar vermez.
Şimdi bizim bu problemleri yenebilmemiz için nelere ihtiyacımız var? Başlıklarını söyleyeceğim. Bir kere bizim bir Ümmet İçtihat Şurası oluşturmamız gerekiyor. 1961-1963 yılları arasında Kadıköy Merkez Vaizi idim. Ben bu işe imamlıktan başladım Allah›a şükür. Bir kere cenaze yıkadım. Sonra öğretim üyeliğine intikal etmiş oldum. Vaiz olduğum sırada İlhan Top isimli, Üsküdar Yeni Cami›nin imamlığını yapan birisi vardı. O bir teşebbüste bulundu ve biz bir âlimler şurası oluşturalım dedi. Türkiye’den başka yerlerden insanlar çağıralım. Ümmetin meseleleri var, her kafadan bir ses çıkıyor. Buna şura karar versin, başkaları da tabi olsun dedi. Söylenişi çok hoş, kolayca da oluverir gibi geliyor ama bugüne kadar da olmadı.
Hepiniz okumuşsunuzdur; daha geçen gazetede bir şey gördüm. Hem de resimleri var, çoğunu da tanıyorum. 20 küsur arkadaş buna benzer bir şey, İslam Şûrası ya da Âlimler Birliği kuruldu dediler. Ben, Ümmet için bütün İslam ülkelerinden gelecek ulemadan olsun diyordum ama o şöyle dursun ertesi gün bir başka cemaat bir Âlimler Birliği daha kurmuş. Adı değişik olabilir. Birkaç gün sonra bir başka Âlimler Birliği daha. İşte sana oldu tefrika. Bence hepsini lağvetmek lazım. Hemen lağvetmek lazım. Hiç olmazsa kavga, savaş başlamasın. Ümmet-i Muhammed’in kafası karışmasın. Yine eskisi gibi herkes kendi hocasından alsın fetvasını, buyursun yoluna. Bu zor, zor ama çare budur. Âlimler Birliği değil, İçtihat Şurası’ndan bahsediyorum ben.
Bana gençler diyorlar ki “Hocam Tweet fıkhını ortaya koyun.» Hatta Ramazan Hoca’yla ikimize atıfta bulunuyorlar Facebook veya sosyal medya ahlâkı ve fıkhını ortaya koyun diye. Arkadaşlar Mülteka kitabını açarak sosyal medya fıkhı ortaya koyamazsınız. Mülteka kitabının aleyhine konuştu demeyin şimdi. O, o gün çok iyi iş görmüş, gerekli fıkhı yapmış. Bugün de böyle bir İçtihat Şurası yapalım. Şura’da ısrar ediyorum çünkü münferit içtihatlarda yanılma ihtimali daha fazladır. Yine münferit içtihatlarda kabul şansı daha azdır. Onun bir hinterlandı vardır. Mesela benim bir hinterlandım vardır, orası kabul eder ama öbür taraf aleyhte yayın yapar, hatta dini tahrif ediyor falan der. Bunu siz bir şura halinde yaparsanız, hem etkisi artar hem de itiraz imkânı azalır. Buna ihtiyacımız var.
Halkın şuurlandırılması gerekiyor. Sadece adlarını söyleyip geçeyim. Mesela bunun en güzel faaliyetlerinden biri işte bu Platform’dur. Buna benzer faaliyetlerle bu iş olur. İnşallah bu halkın şuurlandırılması hakkına Ramazan Hoca size uzun bir konuşma yapar. Bu iş ne demektir, nasıl olur? Sonra görece iyinin korunması. Başta bunu anlattım, zamanı gelince adını söyler geçerim demiştim. Vaadimde duruyorum. Görece iyinin korunması gerekiyor.
Gruplar arası diyalog. Bu da çok önemli. Dinler arası diyalog var. Yani bunun için uğraşılıyor. Dinler de bir savaş sebebi olmasın. Dine dayalı medeniyetler çatışması olmasın. Aksine medeniyetler diyalogu olsun diye çalışılıyorsa benim buna bir diyeceğim olmaz. “İyi de arkadaş, elin gâvuruyla diyalog kuruyor da benim Müslüman’ımla, Müslüman gruplar arasında diyalog kurmuyorsan “üç nokta yan yana”.
Görece iyi şu demektir; Genç bir kardeşimiz, “Demokrasi falan diyorsunuz da bunun nereden geldiği belli. Bunun felsefesi belli. Felsefi bakarsak, insanın kendini Allah’ın yerine koyması demektir.” Yani ben kabaca söylüyorum. “Yani bunun böyle olduğunu bildiğiniz halde, niye demokrasiden bahsediyorsunuz da, bizden bahsetmiyorsunuz?” diyor. Böyle bir düşünce tarzı güzel. Lakin bu düşünce tarzının arkasında, şu var demek ki. Bırakın demokrasiyi falan, ortada bir İslam var, bir Şeriat var ve bunun düzeni de belli. Siz çözümleri buna göre yapın ve insanlara bunu teklif edin demek istiyor herhalde.
Biz bunu açıkladık. Ben kitaplarımda teorik olarak İslam’ı anlattım. Benim Mukayeseli İslam Hukuku diye bir kitabım var, 3 cilt. Onun 1. cildinde taslak İslam Anayasası da var. İsterseniz açın okuyun. Taslak İslam Anayasası. İyi de bu teori. Bir gün İnşallah buna gideceğiz demektir. Bunun manası bu. Ben bunun teorisini anlattım. Benim gibi anlatan niceleri var. Sadece anlatan da ben değilim. Birçok âlim var anlatan Allah’a şükür. Adlarını rahmetle anacağımız birçok insan saf, katıksız, dünya düzenine alternatif olan, ötekine alternatif olan, İslam’ı bütün cepheleriyle anlatan nice eserler verdiler. Elimizde okuyoruz. İyi de bir de buna ulaşma ve ulaşmanın yolu var. Biz bu yolu nasıl kat edeceğiz? Nereden başlayacağız, nasıl gideceğiz? Hangi yolu, hangi yöntemi takip edeceğiz? Tepeden mi başlayacağız, tabandan mı? Bunlar tek tek mi olsun, ikisi birden mi olsun? Sırf bunun üstüne kitaplar yazılmış.
Biz teker teker nefsimizi değiştirmedikçe Allah bizi ve bu nefislerin oluşturduğu toplumu değiştirmiyor. Bu bir kural, kanun. O halde bu taban demektir. Teker teker insanlarla meşgul olmak lazım. Sure’nin bir parçacığı indiğinde, hemen kadın-erkek sahabiler bunu alıyorlardı ve evlere koşuyorlardı. Hem de tepelerinde kılıç, sopa, işkence tehdidi var. Buna rağmen üçü beşi bir araya geliyorlar, o Kur’an parçasını, o yeni inen ayetleri okuyup müzakere ediyorlardı. Her biri teker teker birbirini eğitiyordu. Baş eğitmen de oradaydı zaten. Ayaklarının altına yüzüm kurban olsun.
Ashabı ashab yapan, benim aciz kanaatime göre, imandır dedim. Sahabeyi, ashabı bizden farklı kılan şey, bilgi değil. Bugün bizim allamelere göre bilgisi çok az olan pek çok insan vardı. Lakin onlarda bir iman var ki, o iman işte Rasulullah’ı görüp, onun mübarek yüzünü seyredip, onun bir tek cümle veya kelimesini duyduğunuzda hâsıl oluyordu. O iman ancak öyle hâsıl oluyordu. O nesil o ashabı görüyor. Aynı iman aynı yakin onlarda yok. İman; bütün mesele iman. Bütün mesele derken, işin tabanı iman. Bu imanı yaymamız gerekiyor. Bu imana dayalı ahlâkı yaymamız gerekiyor. Her birimizin teker teker nefislerimizi değiştirmemiz gerekiyor. Bu nefislerden oluşan toplumun üst yapısı ne olur? Bir de bunu düşünün. Allah o üst yapıya hepimize kavuştursun.