Anadolu Platformu’nun çok değerli yöneticileri, yetkilileri, muhterem mensupları bu güzel platforma ev sahipliği yapan Sakarya’mızın değerli yetkilileri valimiz, milletvekillerimiz, belediye başkanlarımız, değerli kardeşlerim her şeyden önce sizleri selamların en güzeliyle Rabbimizin selamıyla selamlıyorum Allah’ın selamı üzerinize olsun.
Çok güzel bir gelenek, daha önce de davet edilmiştim fakat icabet etmek mümkün olmamıştı. Bu toplantılar hem yıllık istişare, muhasebe imkânı sunuyor hem de gelecek dönemle ilgili niyetlerimizi, imkânlarımızı, perspektiflerimizi gözden geçirme imkânı veriyor. Bu platformların sayısının artması lazım. Toplantılarımızın bütün Anadolu’ya yayılması lazım. Çünkü tarihin öyle evreleri vardır ki o evrelerde belli coğrafyalar, belli mekânlar öne çıkar ve tarih sanki bütün ağırlığıyla o mekânların üzerine inşa edilir. İçinde bulunduğumuz dönemde, istesek de istemesek de Anadolu’muz öncü bir coğrafya olmaya adaydır ve öncü bir coğrafyadır.
Seneler önce 1989 yılında Soğuk Savaş bittiğinde hepinizin bildiği üzere Fukuyama’nın birinci makalesi yayınlanmıştı, Tarihin sonu denmişti. O zaman doktora tezi yazıyordum. Mustafa Ağabey (Özel) hatırlar, bir sempozyumda -yine böyle bir sempozyumda- Tarihin Sonu yaklaşımını eleştiren bir tebliğ sunmuştum ve tezim şuydu: Tarih sona ermemiştir, bundan sonra çok daha hızlı akacaktır. Tarihin daha hızlı akacağı düşüncesini öne sürerken bir akademisyen, bir ilim adamı olarak; bu tarihi akışın izleyicisi, yazıcısı ve bir anlamda biraz önce zikredildiği gibi bilgi alanında inşa edicisi olma gibi bir hedefi kendimize benimsemiştik. Ama şimdi o hızlı akan tarihin içinde o tarihle birlikte akma sorumluluğu da omuzlarımızın üzerinde. Kaçamayacağımız, dizlerimizin dahi sarsılmaması gereken büyük bir sorumluluk üzerimizde. Gece uykularımızı, gündüz hayatımızı derinden etkileyen bu büyük sorumluluk içinde tarihin akışına hep beraber şahit oluyoruz. O akışta hakkın, adaletin, özgürlüğün, merhametin, biraz önce zikredilen şiarların yanında onların savunucusu olmak durumundayız.
Değişen Dünya ve İslam deyince, önce şu değişen dünya tabirine bir muhteva katmak lazım. Sonra da “İslam, bu değişen, hızlı akan tarihte nereye oturuyor?” sorusuna cevap vermek lazım. Çok sık söyledik; yüz yıllık muhasebenin, yüz yıllık bir büyük tasfiyenin ya da yeniden bir yapılanmanın içinden geçiyoruz, diye. Ben biraz daha eskiye gideceğim, çünkü konu İslam olunca yüzyılla sınırlamak ya da yıllarla sınırlamak mümkün değil.

Orada Seçili galeri veya galeri silindi.

Herkes kendi bakış açısıyla tasnifler yaptı ama makro düzeyde üst düzey bir tasnif yapmak icap ettiğinde süreci üç döneme ayırabiliriz; Kadim, Modernite ve şimdi içinde bulunduğumuz Küreselleşme.
Kadim, Sanayi Devrimi ve ona bağlı diğer birçok ekonomik yapı değişimleriyle Batı Avrupa’da yeni bir medeniyet havzası oluşmadan önce bütün insanlık birikiminin şekillendiği ve İbrahimî geleneğin de merkezinde olduğu Çin’den Akdeniz’e kadar olan geniş coğrafyada ortaya çıkan bir kültürdü, bir medeniyetti. Modernite, 14-15. yüzyılda başlayan 20. yüzyıl ile -sömürge dönemi- 19. yüzyıldan sonrada ulus devlet yapılanmalarıyla dünyada bugünkü egemen yapının kurulmasının önünü açan bir süreç oldu. Küreselleşme ise şimdi içinde yaşadığımız Kadim’in unsurlarıyla Moderniteyi yüzleştiren daha kapsamlı hesaplaşmaları beraberinde getiren bir yeni dönem.
Biz Anadolu’ya baktığımızda Anadolu Kadim’in kurulduğu, inşa edildiği, harmanlandığı bir coğrafyanın adı, Modernite ile yüzleşmenin adı. Öncü ve emin olacak bir coğrafyanın adı. Onun için burada gördüğüm her kardeşimi bu tarihi akışa ağırlık koyacak nitelikte, iradede, güçte görmekten de büyük mutluluk duyuyorum. Bugün İslam dünyasının her yerinde bu coğrafyaya bakanlar, kendi dertlerine deva olacak bir coğrafya, bir mekân olarak görüyorlar. Sizlere ve bizlere bakanlar bu dertlere deva olmak için onların yanında olacak gönül erleri, kardeşler topluluğu olarak görüyorlar.
Bakan olduktan sonra ilk ziyaretlerimden birini Afganistan’a yapmıştım. Çok zor şartlarda, Afganistan’da ciddi sıkıntıların yaşandığı bir dönemde Belh’e gittim. Hani Afganistan’da ne işimiz var, Somali’de ne işimiz var, Suriye’de ne işimiz var, niye Mısır ile bu kadar ilgileniyoruz, diye her gün bize dönük eleştiriler yapılıyor. Hâlbuki Belh’i anlamayan Anadolu’yu anlayabilir mi? Hz. Mevlana’nın doğduğu Belh’den hareket etmeyen bu medeniyetin köklerini keşfedip Anadolu’yu Anadolu yapan, Anadolu’yu manevi, siyasi bir sığınak, bir büyük harman yapan kültürü medeniyeti anlayabilir mi?
Belh’e gittik. Bizleri Belh Valisi karşıladı. Büyük bir muhabbetle kucakladı, basın da oradaydı. Selamla birlikte şunu söyledi: Sayın Bakan hoş geldiniz ama burada sıkıntılarımız var bize şu meydanda bir cami lazım, şuraya bir hastane, öbür tarafta bir yol, bir çocuk parkı… Bütün ihtiyaçları sıraladı, ben de Büyükelçimizi ve TİKA Koordinatörünü çağırdım, “Bunları tek tek not edin, bir sene sonra geldiğimizde bunlar yapılmış olacak dedim.” Dışarı çıkarken bir gazeteci dostumuz dedi ki: Sayın Bakanım Belh Valisi isteklerini sizden öylesine rahat talep etti ki gören de Belh Valisi değil Konya valisi zanneder. Dedim ki: Evet, bu kadar rahat talep etme, isteme hakları var. Çünkü onların zihinlerinde Anadolu’da oturanlara her şey yakışır ama acziyet yakışmaz.
Yani onlar bir şey talep ederken, “Acaba Anadolu’dan gelen Bakan bunu yapabilir mi?” diye düşünmez. Mademki der; son büyük devletimizin, son büyük sığınağımızın, son büyük müdafaa mekânımızın merkezi orasıdır orada oturanlara acziyet yakışmaz, onlardan talep edilir. Bu, bu coğrafyaya yüklenen anlamı bize yansıtır.
Biraz garip gelebilir ama mademki İslam medeniyetinden bahsediyoruz kısaca bizim bu dünyaya deva olacak olan tarihi arka planımız üzerinde de duralım, sonra bu güncel sorunlara daha doğrudan geleceğiz. Kadim, Modernite ve Küreselleşme… İslam medeniyeti kendisine kadar intikal eden bütün kadim birikimi yeni bir özle harmanlayan bir inanç üzerine kuruldu. Bu inancın esası tevhiddir.
O zamana kadar birçok medeniyet kuruldu. Birçok önemli gelişme yaşandı. M. Ö. 4. yüzyılda Büyük İskender büyük fetihler yaptı, Persapolis dünyanın merkezi görüldü, Çin Hanedanlıkları büyük düzenler kurdular, Hint’de büyük düzenler kuruldu. O büyük birikim geldi ve bir mekânda yeniden bütün bu insanlık birikiminin inşa edilmesi gerektiği ortaya çıktı. Bütün peygamberler tarihinin ve bütün medeniyetler tarihinin nihai inşa edicisi olarak Hatemü’l Enbiya Hz. Peygamber (a.s.)’in öncülüğünde yeni bir tarihi süreç başladı. Bunu insanlık tarihinde doğru yere oturtmak lazım. Bu yeni zihniyet inşası tevhid akidesi ile olur.
Tevhid inancının temelinde insan onurunu insanın Rabbiyle, doğayla, diğer insanlarla ilişkilerini tanzim eden bir vahdet telakkisi var. Önce insanların gönülleri ve zihinleri inşa edildi; öyle bir inşa faaliyetiydi ki, daha önceki bütün insan telakkilerini tümden değiştirdi. Bu medeniyetin inşasının bir arka planı var, bir de tarihi arka planı var. Tarihi arka planının, bahsettiğim kadim kültürün gelişmesiyle ilgisi var. Coğrafya ise öyle bir coğrafya ki birçoğunuz gitmiştir Mekke ve Medine, Hicaz bölgesi. Bu yeni inşa faaliyetinin başladığı alan tarihte çok az örneği görülmüş şekilde büyük medeniyet merkezlerine o kadar uzak değil. Roma’ya, Mısır’a, Mezopotamya’ya, İran’a nerdeyse tarihin küvezi gibi yeni bir insan toplumu yeni bir zihniyet inşa edildi.
Hıristiyanlık’ta olduğu gibi Hz. İsa’nın ref’ edilmesinden ve Hz. İsa’dan sonraki dönemde Hıristiyanlık’ta olduğu gibi bir tahrifatı engelleyecek şekilde o coğrafyalardan uzakta yeni bir şehir inşa edecek yeni bir şehirle birlikte yeni bir medeniyet inşa edecek bakir bir alanda yani büyük bir Roma’da değil, Atina’da değil zaten inşa edilmiş bir şehirde değil, bakir bir alanda yeni bir Medine inşa eden, o Medine’de bugün bizim savunduğumuz değerlerin ilk numunesini küçük küçük modellerle; pazarıyla, piyasasıyla, ahlâkıyla inşa eden, sonra bütün dünyaya yayacak şekilde bir yeni pratiğe dönüştüren bir tecrübe yaşandı. Eğer bu yeni inanç bu yeni zihniyet var olan medeniyetlerin tam merkezinde doğmuş olsaydı onlarla birlikte dönüşebilir, onlarla birlikte yanlış bir eksene oturabilirdi. Onlardan çok uzakta bir coğrafyada Afrika ortasında olmuş olsaydı bir dünya medeniyeti haline dönüşemezdi.
Bu medeniyet öyle bir coğrafyada inşa edildi ki; bir nesil sonra orada yetişenler, -o küvezde bir anlamda bütün insanlığa ışık tutacak fikirleri inançları, ahlâkı inşa edenler- bir nesil sonra bütün büyük medeniyet merkezlerini fethettiler. Mesela Kahire. Ben Kahire’de 4 ay kaldım, her Cuma namazı Amr bin As camisine giderdim. Sırf o ilk fethin nüvesinin atıldığı yer olması dolayısıyla. Eyyüp El Ensari gibi İstanbul’da, Halid bin Velid gibi Humus’ta her geçtiğimde huzurunda selam verirdim. Şimdi o zalimce, barbarca yıkılan Humus’ta yine barbarca yıkılan Halid bin Velid camiinde.
Düşünün bunlar, Hz. Peygamberin yanında yetişmiş bir nesil. Aslında eğer onlar, Tevhid inancıyla şereflenmemiş, Hz. Peygamber’le muhatap olmanın o büyük izzet ve şerefini yaşamamış olsalardı belki ondan sonra daha öncekiler gibi Bedevi olarak ve tarihte iz bırakmayacak şekilde geçmiş olacak olan o nesil bir anda o zamana kadar ki en büyük medeniyet merkezlerinin fatihleri ve yeniden inşa edicileri oldular. Hiçbir formel eğitim almamış, askeri eğitim almamış, hiçbirisi büyük komutan olmak için yetiştirilmemiş; fakat ruhlarına, zihinlerine, gönüllerin zerk edilen imanla öyle bir nesil oldular. Hz. Peygamber’in eğitimi içinde her biri daha büyük imparatorluklara merkezlik yapmış olan o büyük şehirleri feth ettiler oraya bu imanı taşıdılar, oraya Medine’nin ruhunu aktardılar. Medine o anlamda bütün o daha sonra yaşanacak olan pratiğin laboratuarı idi.
Sonra da diğer bütün medeniyet merkezleri, tek tek bir asır içerisinde İslam hâkimiyeti içerisine geçti. Siyasi hâkimiyet kolay. Hitler’i düşünün, Napolyon’u düşünün kısa sürede ne büyük siyasi egemenlikler kurdular. Ama bulunulan yerde o yerin ruhuna hâkim olmak bu ruhu dönüştürmek, ona yeni bir kimlik, yeni bir muhteva katabilmek, bu ancak İslam fatihlerinin eseridir. İran’a, Orta Asya’ya kadar hep büyük bir aşkla ve her yerde yeni tohumlar ata ata büyüyen bir medeniyet… Onun için biz bugün belli zulümlerle karşı karşıya kaldığımızda tepki verirken sıradan, başka bir kültürdeki gibi tepki vermiyoruz. Arkamızda buz dağının o görünen kısmının dışındaki dağ gibi bir birikim var, o birikime sahip olup nüfuz ettikçe şunu söylüyoruz.
İnsanlık tarihi İslam medeniyeti ile zirveye ulaştı ve o medeniyet bu anlamda moderniteye ve diğer süreçlerde yaşanacak problemlere deva olacak şifayı kendi içinde barındırıyordu. Yeni bir zihniyet inşa edildi, yeni bir âlim prototipi inşa edildi. Daha önce Yunan filozofları vardı, Roma hukukçuları vardı, Brahmanlar vardı. İslam âlemi kendi âlim prototipini inşa etti.
Sadece hadis ilmi bile insanlık tarihinin bir mucizesidir. Sözlü bir kültürün yazılı bir kültüre zihinlerle, senetlerle dönüşmesi daha önce hiçbir gelenekte tahkim edilen bir yöntem olarak yetişmemişti. Hangi yöntemi alırsanız alın büyük bir düşünce ve kültürel zenginlik ve bu kültürel zenginliği destekleyen bir başka şey yaşandı. İpek Yolu ve tüm ekonomik havzaların egemenliği İslam’a geçti.
Üç şey olmadan bir medeniyet inşa edilmez; önce bir zihniyet inşa edeceksiniz sonra bir ahlâk inşa edeceksiniz, ahlâkın inşa edildiği yer de soyut mekânlar değil pazardır. Ekonomide, iktisatta test edilmemiş ahlâk, ahlâk niteliği taşımaz. Bunun gibi bir medeniyet de kurduğu ekonomik düzenin temel umdeleriyle bunu ispat edememişse büyük bir düzen kuramaz. Doktora tezi yazarken -bu konuya girince belki gireceğim konudan sapmış olacağım ama meselenin iyi anlaşılması lazım- beni mest etmiş bir risale vardı Mizanül Hak El Hazini.
Bilim tarihi kitapları arasındaydı bu kitap. Risaleyi merak ettim aldım okudum. Beni cezbeden şey şu, bu risale teraziyi şekillerle anlatıyor. Risale, Esmâü’l Hüsna’dan el-Adl ile başlıyor. Allah adildir diyerek adalet felsefesi yapıyor. Önce Allah’ı, adaleti anlatıyor sonra bir adalet felsefesi yapıyor. İşte bugün problem bu. Birleşmiş Milletler var, yüzlerce kez toplantı yapar ama zihinlerde o adalet fikri olmayınca adalet üretebilir mi bu mekanizmalar? Bütün mesele bu teraziyle o gönül arasında irtibatı kurmak.
İslam medeniyetinin kurduğu irtibat onun için çok önemli. Tevhid akidesi ancak Esmaü’l Hüsna’yı anlamakla olur. Allah’ı tanıdıkça ve onun isimleriyle içselleştirip parçası kıldıkça, kendini onun karşısında konumlandırdığın zaman sosyal hayata, ekonomik hayata, siyasi hayata cevap teşkil edecek bir çerçeve çizebilirsin. Eğer bir devlet adamında adalet hayata yansıyacak ise önce o mutlak adaletin, el-Adl olanın, iyi idrak edilmesi lazım. Merhamet göstereceksek önce Rahim olanı anlamak lazım. Emin olun hiçbir sabah namazı yok ki -son zamanlarda hepiniz yapıyorsunuzdur ama sizi temsil eden aciz insanların yükü itibariyle söylüyorum- kapanıp ondan sonra da uzun bir süre uyuyabildiğim herhangi bir sabah yok. Çünkü nihayetinde içinizdeki o merhamet duygusu, adalet duygusu sizi elde tuttuğunuz güç ile onu irtibatlandırma ihtiyacı içine sunuyor.
İslam medeniyeti doğduğu andan itibaren bir yüzyıl bile geçmeden bu tevhid inancını piyasa mekanizmasına bir de siyasal düzene yansıttı. Bütün o eski imparatorluk halkalarını fethetti ve yeni bir medeniyetin o inşa edici gücü ortaya çıktı. Ondan sonra artık Kadim diye anılan şey, İslam ile özdeşleşti ve Modernite demodernite ile birlikte gelen sömürge kültürleri de hep İslam ile kendilerini yüzleştirdiler, hesaplaştılar. Bu coğrafyalarda bir başka anlayışı egemen kılmaya çalıştılar.
Bu kadim kültürün detayına şimdi girmemiz vakit alır. Bu kültür hiçbir zaman insanlık vicdanındaki değerinde en ufak bir zafiyet doğurmadı. Bir yerde yıkıldığında, başka bir yerde yeniden ayağa kalktı. Doktora tezi sınavlarında sorardım; şu tarihler arasında bir bağ kurun diye 1492-1453, 1187-1258… Değişik yorumlar yaparlardı. Ama benim onlara göstermek istediğim şuydu: 1258’teki Bağdat, Moğollar tarafından yerle bir edilirken 1187’de Delhi fetih edilmiştir. Kudüs’ün fethi ile paralel Delhi fethedilmiştir. Bağdat düşerken, Mezopotamya’da bir zaaf yaşanırken, Hint’te büyük bir uyanışın izleri görünüyordu. Yaklaşık elli sene önce sanki medeniyet, ruhuna sığınacak bir yer arıyor.
1492’de Endülüs düşerken 1453’te tarihin gördüğü en büyük düzenlerden birini temsil eden Roma’nın kalbi Konstantinapolis İstanbul haline geliyor. Onun için bizde ümitsizlik yok. Bu, öylesine insan ruhuna hitap eden bir inanç ki -Tevhit inancı- nerede bastırılırsa bastırılsın mutlaka arzda bir başka yerde kendini tarihe yansıtacak bir imkân ve potansiyel bulur. Önemli olan, bizim topraklarda bu potansiyelin ebediyen yaşamasıdır.
Bu kadim kültüre iki defa meydan oku atıyorlar. Bir Moğollar, bir de Haçlılar. Ama ikisi de askeri meydan okumaydı. Daha düşük, daha az gelişmiş kültürlerin daha büyük bir kültürlerle hesaplaşması neticesinde yıktılar, ezdiler, geçtiler ama nihayette bir müddet sonra ezmeye çalıştıkları medeniyetin kültürünü benimseyerek orada harmanlandılar.
Kudüs işgal altında kaldı. Ama hiçbir zaman o işgalin ebediyen süreceği kanaatini Müslümanların kalbine zerk edemediler. Bir Selahattin çıktı; Kudüs’ün o işgali bitti. Onun için başta Kudüs olmak üzere İslam beldelerinin ebediyen ve uzun süre işgal altında kalacağı gibi umutsuzluğa kimse düşmesin. Allah’ın izniyle o bütün beldelerde o izzet tekrar inşa edilir. Çünkü hiçbir İslam şehri yok ki içinde her türlü insan mahalle, kültür yan yana yaşamamış olsun.
Çarpıcı bir hatıramı nakledeyim. Hatırlarsınız istifa eden Papa 2006 yılında Türkiye’ye gelecekti. O gelmeden önce yaklaşık yüz kişi Vatikan’ın önemli kardinalleri, papazları Venedik’te bir toplantı yaptılar. Beni de konuşmacı olarak çağırdılar. Bir anlamda sanki Papa’nın ziyareti öncesinde bir şekilde Türkiye ile yüzleşme, tanışma olacaktı. Eşim ile birlikte gittik. İki gün bizi yargıladılar. Benim yazdıklarımı da okumuş Venedik kardinali. Özellikle İslam Hıristiyanlık makalesini. Orada bazı şeyler söyledi, ilginç bir tartışma oldu aramızda.
İki gün boyunca oturumlar tertip etmişler. Ermeni meselesi, dinin özgürlük alanları vs. O iki günün sonunda verdikleri genel tablo şuydu: Müslümanlar baskıcı, Türkler soykırım yapmış bir millet. Bir Ermeni konuşturdular, Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçmiş bir Arnavut konuşturdular. Türkler bizi zorla Müslüman yaptı diyen bir Arnavut, bizi tümüyle soykırıma tabi tuttular diyen bir Ermeni, Alman vs. İki gün boyunca dinleyip, konuşmalar bittikten sonra benim cevap vermemi istediler. Baktım her birine tek tek cevap versem çok uzayacak. Onlara şöyle dedim: Burada hepimiz belli kültür düzeyinde insanlarız. Şimdi ben size desem ki, tarih sahnesinde kültürlerin barış içinde yaşamış olduğu ve bunun şehir siluetine yansımış olduğu bir şehre gidelim. O şehri görelim, o kültürleri orada yaşayalım deseydim beraber nereye giderdik? İstanbul’a mı, Marakeş’e mi, Bağdat’a mı, Kahire’ye mi yoksa Roma’ya mı, Berlin’e mi, Paris’e mi, Brüksel’e mi? Birinci saydığımız şehirlerin hepsinde kilise, cami yan yana. Birçoğunda tarih boyunca yan yana yaşamışlar, iç içe yaşamışlar ve bu şehrin siluetine de yansımış. Peki, Roma’da ikinci bir kültür var mı, Viyana’da, Paris’te, Berlin’de ikinci bir kültür var mı? Gideceğimiz şehirlerin tümü İslam egemenliğinde kalmış şehirler olurdu.
Eğer kültürel toleransın yaşandığı şehirleri görmek isteseydik bir turizm faaliyeti içinde dahi gideceğimiz şehirler İslam şehirleri olurdu. Hiçbir Avrupa şehrinde böyle bir siluet ya da böyle yan yana yaşama kültürü göremezsiniz. Hepsi tek tiptir, tek kültürdür. Ben böyle söylerken ne cevap vereceklerini biliyordum. Sorduğum soruları bilerek sordum. Birisi el kaldırdı ve “Var” dedi. Neresi, dedim. Saraybosna dedi. Dedim ki doğru, Saraybosna var Avrupa şehri, Saraybosna var çünkü Saraybosna’yı biz kurduk.
Şimdi bir tarafta böyle bir birikim var. Ön yargılarla örülmüş bir dünyaya karşı bizim milletimiz tam aksini söylüyor. Peki, bu duruma nasıl geldik? Nasıl oldu da biz böylesi bir birikim içerisinde iken şu anda -maalesef- kendi şehirlerimizde dahi küçük kimlik kavgalarıyla, küçük itilaflarla karşı cepheler haline dönüşebildik. Bunun muhasebesini yapmak lazım. Bütün saldırılara göğüs gerebiliriz. Ama kendi içimizdeki itilafların acısı çok daha büyük oluyor.
Şimdi biraz modernlikle olan hesaplaşmamıza gidelim. Böylelikle daha kısa bir tarih diliminden söz edebiliriz. Modernlik, İslam dünyasında 1798 Napolyon’un Mısır’a girişi, 1706 Kalküta şehrinin kuruluşu ve Fin’e İngilizlerin girişi diyebiliriz. Malaca’ya 1500’lü yılların başında Portekizlerin girişi. 400-500 yıllık dönemde İslam Medeniyeti; Açe’den Fas’a kadar, Çin’den Balkanlara, Afrika içlerine kadar modernitenin getirdikleri ile yüzleşti, hesaplaştı. Büyük çatışmalar da yaşadı. Sadece Hint’te 1857’de başlayan büyük kıyımda yaşananları biliyoruz. Aynı yıllarda İmam Şamil’in Kafkasya’da, Afrika içlerinde ve Kuzey Afrika’da diğer birçok Müslüman’ın direnişi vardı. Neye direniyordu? Neyi terk etmek istemiyordu? Bunu bilmemiz lazım. Terk etmek istemedikleri şeyi biraz önce zikrettiğim Tevhid akidesini ve buna bağlı olarak ahlâkı, medeniyeti, kültürü terk etmek istemiyorlardı. Direndikleri şey de onurlarını yok edecek olan, zihinleri köleleştirecek olan bir sömürge faaliyetidir.
İslam toplumları tarihinde üç büyük hesaplaşma oldu. Moğollar, Haçlılar üçüncüsü de sömürgecilik. İlk ikisi askeri meydan okumaydı. Ve Selahattin Eyyübi gibi daha güçlü komutanlar çıktığında, o meydan okumanın hesabı görüldü. Ama üçüncüsü olan sömürgecilik dönemleri gerek İngiliz, gerek Fransız, gerek diğer sömürge faaliyetleri sadece bir askeri meydan okuma değil, ekonomik meydan okumaydı. Arkasında Sanayi Devrimi ve eski yapıları yıkan bir anlayış vardı. Zihinsel meydan okumaydı. Tevhid ile inşa edilen zihni transforme eden, dönüştüren, tahrip eden o zihniyeti tahrip etmeye dönük özü vardı.
Hala içinde bulunduğumuz bu yüzleşmenin ve hesaplaşmanın; 300-400 yıldır büyük âlimler, düşünürler, mütefekkirler, İkbal gibi, Seyit Ahmet Han gibi veya Bediüzzaman gibi hepsi bu hesaplaşmanın içinde fikirler ürettiler. Buna cevap bulmaya çalıştılar. Şimdi de bizim için bu mesele zihniyetin yeniden inşa edilmesi ve koruması meselesidir. Bu, siyasi meseleden çok daha önemlidir. Bu zihniyeti korumazsak yeniden inşa edemezsek yanlış zihinler üzerinde birçok siyasi meseleyi kaybedebiliriz. Birçok alanı, mevziyi kaybedebiliriz. Öncelikle bu zihin insanına ağırlık vermek lazım.
Modernitenin ve ikinci olarak sömürgeleşme ile yüzleşmenin geçen yüzyılda dört aşaması yaşandı. Şimdi dördüncü aşamanın içerisindeyiz… 1993 yılında Malezya’ya hocalık yapmaya gidiyordum. Yolda, anlatacağım dersler hakkında notlar alıyordum. Bir dersimi en iyi şekilde anlatabilmek için bir 20 yüzyıl tasnifi yaptım. O notlarım İlim ve Sanat Dergisi’nde yayınlandı. Daha sonra Divan Dergisi de 60-70 sayfalık bir makale olarak iki dilde yayınlandı. Bu çalışmamda İslam dünyasını dört döneme ayırmıştım. Dört çeyrek, dört dönem olarak:
20. yüzyılın ilk çeyreği, ikinci çeyreği, üçüncü çeyreği ve dördüncü çeyreği. Daha sonra bu analizi Bediüzzaman’ın fikriyatını da yansıtan bir Bediüzzaman Sempozyumunda da bu dörtlü içinde incelemeye çalıştım. Eski Said, yeni Said ve diğer tanımlamalar. Bu dört dönemin birinci dönemi Kadim’in son direnç dönemidir. Yani 1924’te I. Dünya Savaşı’nın bitmesi ve Hilafetin sona ermesi süreci Kadim’in son büyük direncidir. 19. yüzyılda başlar. Sultan Abdülhamit bir dirençtir. Hamidiye Alaylarını kurar. Bunlar Osmanlı savunmasını tabiri caiz ise Anadolu ve Balkan savunmasından çıkarıp bütün bir sömürge hattına yayar. Abdülhamit, bütün alanı savunursam Anadolu’yu da savunurum diye düşünür. Doğu Türkistan ve her yerde.
Singapur’a geçen ay gittiğimde Ataullah Efendi’nin mezarını ziyaret ettim. Düşünün Singapur’da Ataullah Efendi. Kimdir Ataullah Efendi? Babası Ebu Bekir Efendi. Kimdir Ebu Bekir Efendi? Şu an maalesef kardeşlerimizin büyük ızdıraplar yaşadığı Deyrizor’da bir deprem dolayısıyla Dersaadet’ten yardım istemeye gelir bu zât. Kraliçe Viktorya’nın Güney Afrika’dan, Hindistan’dan getirdiği işçilere önderlik etmek üzere bir âlim talep eder. Sultan da der ki: Tamam bu ihtiyacınızı karşılayacağım. Ama sen Deyrizor’a gitmeyeceksin. Sen Kehf Dağı’na gideceksin. Ebu Bekir Efendi Kehf Dağı’na gider. Hala orada duran bir Fes atölyesi kurar. İlk defa Afrika dilinde İslami eserleri ve diğer fıkıh kitaplarını tercüme eden bir efsanedir.
Daha sonra Sultan Abdülhamit onun oğlunu Singapur’a konsolos yapar. Tarih 1903’tür. Bizim dedelerimizin ufukları bizden daha genişti. Bizim çocuklarımızın da kesinlikle bizden daha geniş olacak. Devraldığımız şeyi daha iyi devredebilmek için bunu yapmak durumundayız. Böyle bir savunma dönemidir o günkü dönemin ilk çeyreği. 19. yüzyılda başlar ilk çeyreğe kadar devam eder. Benim yaşımda olanların dedeleri bütün bu coğrafyaya yayılmışlar. Bakıyorsunuz Anadolu’dan bir köyden çıkmış, Galiçya Cephesi’nde şehit düşmüş, Anadolu’dan bir köyden çıkmış Kanal Harekâtı’nda veya Bağdat’ta şehit düşmüş, Çanakkale’de şehit düşmüş. Bir şehitler neslidir o nesil.
Onun için şimdi biraz da hariciyemizde / dış işlerimizde bu misyonu, bu ruhu verebilmek açısından benim yurt dışı seyahatlerimde terk etmediğim iki tane naçizane sünnetim, talimatım vardır. Birisi; bulunduğum yerin mutlaka bir kütüphanesi varsa, bir kitapçısı varsa, iyi bir antikacısı varsa oraya giderim. Ben gitmeden önce büyükelçi araştırır ve ben mutlaka birine giderim. Ama daha önemlisi bir tek şehit dahi varsa mutlaka şehitliği bulmalarını ve ziyaret için hazırlanmalarını söylerim. Korfu Adası’nda tek bir şehidimiz vardı. Tek bir Osmanlı şehidi vardı. O şehit orada durdukça orası bizim için bir vatan toprağı gibi telakki edilir. Himmet olarak.
Geçen sene biliyorsunuz büyük acılar içinde Myanmar ile ilgilendik, hepimiz, bütün Anadolu insanları. O olaylar başlamadan önce, Şubat ayında, biz Myanmar’daki gelişmeleri takip ederek orada büyükelçilik açmayı karar verdik ve genç bir arkadaşımı Myanmar’a büyükelçi olarak tayin ettik. Bizde adettir. Her büyükelçi atandığı zaman Bakan’a gelir. Hem arz-ı veda eder, hem de talimatınız nedir? diye sorar. Yapmamızı istediğiniz ilk şey nedir? diye. Derim ki: Sizden yapmanızı istediğim iki şey var. Gerek Kanal Harekâtı, gerekse Irak Cephesi’nde toplanıp esir olarak Hindistan’a oradan da Myanmar’a götürülen takriben on iki bin Osmanlı askeri var. Bunların hepsi bizim dedelerimiz. Bunun 5-6 bini orada vefat ettiler. Şehit oldular. Onların mezarlarını bulacaksın. O dedelerimizin ana-babalarına gönderdiği mektuplar, alamadığı karşılıkları şimdi siz götüreceksiniz oraya. Bir elinizde Kur’an-ı Azimü’ş-şan, bir elinizde de Al Bayrak. Onların huzuruna varıp diyeceksiniz ki: Uğrunda şehit düştüğünüz bu iki emaneti size geri getirdim.
Meiktila’da ve 2-3 yerde gerçekten büyükelçi çok iyi çalıştı, bütün bu şehitler tespit edildi. Ben Arakan’a ilk ziyaretimi yaptığımda, gitmek için o şehitliği buldum. Sembolik mezar taşları, hemen yanda Bihinkli Müslüman Camii var. Orada, muhafaza edilmiş mezar taşları duruyordu. O mezar taşlarını oraya diktik. İkinci göreviniz: «Arakan unutulmuş bir diyar. Onlar da İstiklal Harbi›ne kendi çeyizleri ile katkıda bulunan mazlum Müslümanlar. Onların her derdi ile ilgileneceksiniz ve ilk fırsatta oraya gideceksiniz.»
Daha Arakan’da olaylar başlamamıştı ve Malezya’dan biliyorum, çok sayıda Arakanlı öğrencim vardı. Dolayısıyla yakından ilgim var. Oraya gideceksiniz ve onların her derdi ile ilgileneceksiniz. Bizim vatandaşımız muamelesi yapacaksınız. Çünkü onlar, Anadolu kendini savunurken, sadece kendini değil bütün o Kadim’i, bütün o arkadaki büyük devasa birikimi savunurken Arakanlı Müslümanlar da onların yanındaydı ve elhamdülillah oraya giden ilk büyükelçi, bizim büyükelçi oldu. Oraya yurt dışından giden ilk uluslararası devlet yetkilisi kişi de biz olduk. Kapatmışlardı. Hiç açmıyorlardı biliyorsunuz.
Sayın Başbakanımızın eşi ile birlikte ailece gittik. Ben çok kötü manzaralar gördüm. Somali ve diğerlerini de gördüm. Hiçbir yer Arakan’la karşılaştırılamaz. Hiçbir yer… Bizim bayrağımızın geldiğini gören Arakanlılar nasıl kilometrelerce çamurlar içinde çoğu sadece affedersiniz avret mahallini örtecek giysiler ile sokaklara döküldüler. Kendilerine cam açıyorduk; mektuplar hazırlamışlar ve içeri atıyorlardı. O zamandan beri de Arakan ile ilgili her mesele ile ilgilendik.
Mesela başka bir ülke Arakan’da, Burma’da, Myanmar’da büyükelçiler açsa, ekonomik ilişkileri geliştirse, siyasi ilişkileri geliştirse… Bunlar zaten yapılacak şeyler. Ama biz açınca oradaki insanlar için bunun anlamı farklı oluyor. Hem yerin altındaki insanlar için, hem yerin üstündeki insanlar için farklı. Yani öyle bir yük var ki üzerimizde…
Kamuoyunun bilmediği onlarca taleple karşılaşıyoruz. Filipinler’de barış görüşmeleri yürütülüyor arabulucu olarak bizi çağırıyorlar. Sudan’la Güney Sudan arasında mesele oluyor, siz devreye girin diyorlar. Bütün o coğrafya, şimdi dönmüş 100 yıl sonra bize bakıyor. Öyle büyük bir imtihan ki…
Libya’da olaylar başladı. Biz de Şubat ayında tahliyeye başladık. 10 gün içinde oradakileri buraya getirdik. O zaman Libyalılar yanlış anlamasın diye onlara hitap etmiştim. Ve şöyle demiştim: “Sakın yanlış anlamayın, 1911 Trablusgarp Harbi, 2011 biz tahliye yapıyoruz, son Osmanlı askerinin çekilmesinden 100 yıl sonra oradan tahliye.” Libyalı kardeşlerime hitaben, Aman! dedim, yanlış anlamayın! Sizi terk etmiyoruz, sadece geçici tedbir alıyoruz. 100 yıl önceki terk eden Türkler gibi düşünmeyin. Kaderiniz, kaderimizdir. Dönüşümüz, terk edişimizden daha muhteşem olacak inşallah, dedim.
Ne oldu biliyor musunuz? Temmuz ayında Bingazi’ye gittiğim zaman savaş devam ediyordu. Ramazan’dan 10-15 gün önce idi. Bingazi’de daha devrim olmamıştı. Meydanda 20-30 bin kişi sizi bekliyor, dediler. Gittim, kürsüye çıktım. Kürsü zaten ayakta duramıyor. Her yerde afişler falan da var. Sadece şunu söyledim; “Anadolu’daki kardeşlerinizden Ömer Muhtar’ın torunlarına, çocuklarına, sizlere selam getirdim.» Nasıl bir tekbir, nasıl bir coşku anlatamam. Ondan iki ay, üç ay sonra başbakanımızla gittiğimizde; Misurata, Tacura, Bingazi, Trablus bir günde dört şehirde binlerce insan, binlerce Türk Bayrağı ile meydanlarda idi. Elhamdülillah, dedim. Bu topraklarla bizim bağımızı sağlamayacak, bu topraklara ilgi duymayacaksak, bu siyasetin ne anlamı var? Hatta bu hayatın ne anlamı var…
Bize neden risk aldığımızı soruyorlar. Bunu anlayamazlar. Çünkü bu, gönül meselesi, bir insanın içinin yanması meselesidir. 1912-1913’te Balkanlar’ ı terk etmişiz. Biz bu Balkanlar’dan kopabilir miyiz? Dediğim gibi bu, bir rasyonel strateji meselesi değil sadece. O rasyonel stratejinin, esas itibari ile muhtevasını dokuyacak olan aşk olması lazım. Sonra o rasyonel strateji ile bu bütünleştiğinde büyük devrimler gerçekleşir. O aşkı, o gönül dilini anlamayanlar bunu anlayabilirler mi?
İki sene önce Ramazan’da, Saraybosna’da idim. Ramazan Bayramında. Ailemle hem resmi ziyarette bulunuyorum, hem de Ramazan›ı Saraybosna’da geçiriyordum. Daha doğrusu Kadir Gecesi’ni Priştine’de, Prizren’de; Arife’yi ve bayram namazını da Saraybosna’da kıldık. Yine Muta’da ve Çile›de, Bayram Namazına müteakiben Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in makamını ziyaret ettik. Muhteşemliğini, insanı etkilemesi bağlamında o şehitlerin bembeyaz mezar taşları içindeki, Saraybosna’ya bakan tepedeki mezarlığını. Sonra dediler ki: “Akşam, Saraybosna’da bir Ramazan şenliği var. Katılırsanız çok mutlu edersiniz.” Reisü’l-ulema ile gittik. İlahiler okunuyor. Boşnakça, Türkçe. Çok güzel bir faaliyet. Benim de konuşma yapmamı istediler. Benim Malezya’dan bir öğrencim de tercüme ediyordu konuşmamı. Türkçeden, Boşnakçaya tercüme ediyor.
Bazı şeyler söyledikten ve Aliya’yı rahmetle andıktan sonra şöyle bir şey söyledim: “Dünyadaki bütün insanlığın kurduğu bütün şehirler yıkılsa, bütün mimari eserler yok olsa, geriye sadece ve sadece Saraybosna kalsa, Saraybosna üzerinden insanlık yeniden inşa edilir.” Tercümeye geçmeden müthiş bir alkış koptu. Sonra tercüme edeni bir daha alkışladılar. Sonra benim öğrencim dedi ki; “Hocam, bu Boşnaklar ne zaman Türkçe öğrendi, ben de bilmiyorum.” Dedim ki: “Eğer ben dilden kulağa konuşuyor olsaydım, sana ve tercümeye ihtiyaç vardır. Gönülden gönüle konuşanların tercümana da tercümeye de ihtiyacı yoktur.”
Şimdi, onların anlamadıkları şey bu işte… Diyorlar ki bize, gönülden gönüle konuşmayı bırakın da diplomatik dile gelin. Bu onlara yetebilir ama bize yetmez. Bize yetmez, çünkü biz sadece bir nesli temsil etmiyoruz, biz sadece bir yüzyılı temsil etmiyoruz. Tarihin derinliğine kadar giden o Kadim’in her şeyini biz temsil ediyoruz. Biz ayakta durursak o kadim kültür bir gün ayakta durur. Bizim ayağımız titrerse, o gelecek nesiller de o gücü bulamazlar. Ayağımız titresin, hata yaptık diyelim ve eski paradigmaya dönelim, istiyorlar. Ne yaparlarsa yapsınlar, dizlerimizin bağını çözemezler, titretemezler…
Bu, birinci çeyrekti. Şimdi karşımızda ikinci çeyrek. Yani I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı arası olan dönemdir. İslam tarihinin en zorlu dönemi, egemenliğin en çok sarsıldığı dönem bu dönemdir. Çünkü I. Dünya Savaşı ile birlikte hemen hemen bütün İslam coğrafyası sömürgeleştirilmiştir. Geride tek bir Türkiye, kısmen İran, kısmen Afganistan kaldı. Geri kalan bütün coğrafya sömürge… Ya İngiliz ya Fransız ya da Hollanda sömürgesi ve diğer sömürgeler.
Bundan evvel Müslümanlar azınlık da olsa bulundukları bölgede hâkimdiler. Hindistan’da olduğu gibi Rumeli’de bazı yerlerde olduğu gibi. İlk defa Müslümanlar başka yönetimler altında yaşama tecrübesini hissediyorlar. Ve bu sefer dönüp başvuracakları veya hep beraber savunacakları bir hat da yoktu. İşte tam bu dönemde İslam dünyasında daha sonra İslami Hareket diye anılacak cemaatler olan birçok yapı ortaya çıktı. Hasan El Benna ve Müslüman Kardeşler Hareketi, 1928’de bu dönemde doğdu. Endonezya’da Muhammedi Hareketi, Pakistan’da Cemaat-i İslami Hareketi, Türkiye’de değişik hareketler mesela Bedüzzaman’ın öncülüğünde birçok yapılar savunma hattını geriye çekip insanın bilinç düzeyiyle ilgilenmeye başladılar.
Şimdi Rabiat’ül Adeviyye’de olan şey İngiliz sömürgeciliğine karşı başlayan bir hareketin, bir bilinçlenme, ihya hareketinin bir tevhid hareketinin nüveleridir. Aynı zamanda bu dönem ulus devletleri kuracak olan eniklerin yetiştiği dönemdir. Yani Hafız Esad’ın, Nasr’ın, Mübarek’in Saddam’ın eğitim aldığı yıllardır bu yıllar. Şu an sarsılan despotların şekillendiği yıllardır bu yıllar. Türk karşıtlığı, Osmanlı karşıtlığı, İslam karşıtlığı gibi öyle bir tarih paradigması şekillendi ki bizde de belli yansımaları olan bir şey oldu bu…
Mısır tarihini Osmanlı ile anlatmak değil de Amr bin As’la, Nemrud’la anlatmak, Irak tarihini Bağdat’la, Abbasi ile Osmanlı’yla değil de Sümerlerle, Babil ile anlatmak ve yeni tipler yeni liderlerden örnek seçmek.
Bizim dönemin tarih tezlerine bakın, Etilere gidildi, Hititlere gidildi ama İslam kısmı görmezden gelindi. 2001’de bir anket yapıldı. Akademisyen bir bayan arkadaş herkesle konuşuyordu; aydınlarla, askerlerle, diplomatlarla. Türk ile Arap arasındaki farkın ne olduğunu soruyordu. Dedim ki, hangi Arap hangi Türk? Şaşırdı tabi. Ne demek istiyorsunuz? dedi. Dedim ki, Urfa’daki bir Türk Halep’teki bir Arap’a, Edirne’deki bir Türk’ten daha çok benzeyebilir, akraba çünkü. Edirne’deki bir Türk de Boşnak birine ondan daha fazla benzeyebilir. Zihinlerde bu sınırlar tabu gibi çizildiği için o sınır hep varmış gibi düşünülür. Şimdiki bazı şeyleri anlayamamanın sebebi de o gönül bağından yoksun olmak ve o sınırları da mutlak görmektir. Niye 200 bin Suriyeliye bu harcamayı yapıyorsunuz sorusunu sorarlar sonra.
Bülbülzade Vakfı’na teşekkür ediyorum. Bu sene ramazanın ilk iftarını oradaki mülteci kardeşlerimizle yaptık nasıl bir aşkla sarıldıklarını gördük Nizip’te. Hangi vicdan Gaziantep’te rahat oturup da az ötesinde Halep’te diğer kardeşlerinin ızdırabına sessiz kalabilir? Bizim oralarla olan gönül bağımızı bilmeyenler Suriye’ye ilgimizi de ütopya ya da bir nostalji olarak görüyorlar. Antep’te bir şey olduğunda Halepli Anteplinin yanındaydı. Şimdi de biz onların yanındayız. Kimyasal saldırılar, yürek dayanmaz sahneler yaşanıyor. Buna insan olarak dayanmazsınız, Müslüman olarak dayanmazsınız, bu coğrafyanın insanı olarak dayanmazsınız. Buna rağmen bize dönüp, neden orayla ilgileniyorsunuz diyorlar.
Eğer biz bugün Suriye’ye sahip çıkmasaydık çocuklarımız veya torunlarımızdan biri Suriye halkından özür dilemek zorunda kalır. Herkese açık bir toplantıda Suriyeli bir kardeşimiz, Türkiye’nin yaptıkları dolayısıyla yüzyıllarca Türkiye’ye teşekkür edeceğiz, dedi. Dedim ki, bize teşekkür borcunuz yok sizin, o teşekkür borcunuzun karşılığı Haçlı Savaşları’nda omuz omuza savaşmış dedelerimiz tarafından, I. Dünya Savaşı’nda savaşmış dedelerimiz tarafından verildi bitti. Biz de o borcu ödemek için yanınızdayız, sizi borçlandırmak için değil ve Allah şahittir ki hiçbir şekilde Suriyeli tek bir kardeşimizin dahi bize borçlu olmasını istemeyiz. Yeter ki onurla başı dik bir şekilde yaşasınlar ve omuz omuza bizimle birlikte bu davaya sahip çıksınlar.
İkinci çeyrek böyle, acı bir çeyrek… I. Dünya Savaşı – II. Dünya Savaşı arası genel olarak o yabancı elitlerin yetiştiği dönem. Kendi halkına, tarihine yabancılaşmış zihinlerin yetiştiği dönem.
Üçüncü çeyrek ise tarih boyu bir arada yaşamış olan tek bir milletin birçok ulusa bölünme dönemi. Bunu Mart ayında Diyarbakır konuşmasında söyledim: Biz Türk’ü, Kürt’üyle, Arap’ıyla, Boşnak’ıyla bir milletiz. Omuz omuza savunmaları yapmış o büyük izzet ve onurları yaşamış halkız. Bir anda sınırlar çizildi. Biz komşularla sıfır sorun derken oradaki diktatörlerle kardeşlik kurmaktan bahsetmiyorduk. Halklardan bahsediyorduk. Bizim kimseyle hiçbir mezheple, hiçbir etnisiteyle kavgamız da yok, ötekileştirmemiz de yok. Beşar Esad’a doğru yolda yürümesi için tavsiyelerde bulunurken onun Nusayri olduğunu biliyorduk. Ama hiç kimseyi dışlayarak bakmadık. Biz daha önce onunla diğer mücadelelerinde birlikte olduk ama şimdi kalkıp da ben halkımla mücadele edeceğim, onlara karşı savaşacağım derse biz bir dakika bile düşünmeden Suriye halkını seçeriz. Biz bunu kendisine de söyledik. Çünkü liderler geçici, halklar bakidir. Şimdi o ulus devlet oluşumları bir taraftan sömürge bir taraftan da bu yanlış yapılanmaların içinde birikmiş sorunlar gelişti gelişti ve bir yumak şeklinde kucağımıza düştü. Nihayetinde dördüncü çeyrek böyle oluştu.
Dördüncü çeyrek, İslam dünyasının bütün bu tecrübelerden sonra ortak bazı meselelerde bir ortak bilinç oluşturmaya başladığı dönemdir ve bunun ilk işaretleri Mescid-i Aksa’nın saldırıya uğraması yani 1967 Savaşı. Mescid-i Aksa’nın saldırıya uğraması ile bir anda bütün Müslümanlar bu kimlik etrafında toplandılar. Büyük bir meydan okumayla karşı karşıya geldiklerini fark ettiler ve ortak tepki vermeye başladılar. Arkasından Afganistan, İran Devrimi ve Bosna ve arkasından bugün maalesef Suriye. Bütün coğrafyalarda ortak kader bilinci artmaya başladı. Yukarılarda konuşlanmış elitler, halkların kendi sözünü söylemeye başladığını görünce ortalık gerildi. Arap Baharı yüzyılın biriktiği o sorunların, o bilinç mücadelelerinin nihai neticesidir. Ve durdurulması da mümkün değildir, yavaşlatılabilir, önüne engeller konabilir ama bir kere bir halk korku duvarını yıkıp kalkmışsa ve kendi izzeti ve onuru için kalkmışsa o halkı artık ilelebet eski bloklar içinde tutma imkânı yoktur.
Bütün bu mücadelenin sihirli kelimesi “izzet”. Onuru ve izzeti yok edilmiş insanların ayağa kalkmasıdır bu. Biz o izzeti selamlarız. Kahire’de Rabia diye selamlarız Humus’ta Halep’te onların özgürlükleri için selamlarız. Biz onlara sahip çıkmazsak biz de bu coğrafyanın bedelini ödememiş oluruz.
Modernite dönemini tamamlayıp teknolojik araçlarla küreselleşen ve toplumlar arası bütün sınırların aşıldığı dönemler bunlar. Bir Tweet ile ki ben de yeni öğreniyorum, dünyanın bir ucuna ulaşabiliyorsanız artık. Artık toplumları kısıtlama imkânları yok. Bu dünya bizim dünyamız değil, başka bir dünya. Gençlerin dilinden anlamamız lazım.
2002 yılında biz bu depremin içinde mirası devraldık. Yani İslam dünyasını ötekileştirildiği, terör olarak görüldüğü, isim sebebi ile insanların madur edildiği bir dünya idi. Böyle bir dönemde Türkiye’de hem ekonomiyi ayağa kaldıracaksınız hem özgürlük alanlarını genişleteceksiniz hem de bütün bu mirası temsil edecek bir politika paradigması inşa edeceksiniz. Kimse buna ihtimal vermiyordu. Sadece belediye hizmetleri, inşaat hizmetleri falan yapacağımızı düşünüyorlar. Makro ekonomiye, güvenlik politikalarına, dış politikaya zinhar karışmamızı istemiyorlardı. Geri kalan alanda siyaset oynasınlar diye bakılıyordu. Ama biz, 10 yılda söyledikleri her şeye karışmış olduk. Eskisi gibi şuradan veya buradan gelen reçetelerle ekonomi idare edilsin, şuadan veya buradan gelen talimatlarla dış politika belirlensin yok.
Türkiye’nin bölgesel bir güç olmanın ötesinde küresel, her alanda söz söyleyen bir ülke haline gelmesine tahammül edemiyorlar, İstiyorlar ki, haddimizi bilelim, geri çekilelim. Şimdi bizi eleştirirken o kadar sığlar ki. Bizim kavramlarımızla bize saldırıyorlar. Yani alternatif üretmeyi bırakın başka referansları kalmadı eleştirirken. Mesela muhalefet lideri anlatıyor, çok şaşırmıştım: Bir sabah kalktık, diyor. Bunu söylediği vakit de Ekim 2011. Suriye’yle kötü olmuşuz, ne güzeldi eskiden ilişkiler. Amerika’yı üzüyoruz diye bize ekseni kaydırdığımızı söylüyorlar. Ben de dedim ki kendisine “Sayın Kılıçdaroğlu Ocak ayında bir yatmış Ekim’de kalkmış maşallah” Siz uyurken sınırımıza gelen on binlerce kardeşimizi ne yapacağız peki? Bunu dahi göremiyorsa bu gözler ne görüyor Allah aşkına?
Siyaset yapmak için burada değilim. Sadece aradaki farkı gösteriyorum. Şimdi diyorlar ki Mısır’da niye Müslüman Kardeşler tarafını tutuyor Türkiye. Bugün, Ortadoğu’yu bildiğini iddia eden bir yazar ‘Müslüman Kardeşler’le yalnız kalan Türkiye’ diyor. Az evvel söylediğim gibi. Bu hareketler sömürge mücadelesi esnasında kurulmuş ve Mısır’ın damarlarına kadar girmiş saygıdeğer hareketlerdir. Biz Mısır’da ne mezhepçilik ne de grupçuluk yaptık. Esad olduğu için değil, zalim olduğu için karşısına çıktık. Sisi’ye Sünni olduğu için değil, darbeci olduğu için karşı çıktık. Sayın Mursi’yi şahsi dostluklar ya da milli siyasi yakınlıklardan dolayı değil sadece; Mısır’ın tarih boyu firavunlardan bu yana seçilmiş tek cumhurbaşkanı, tek siyasi lideri olduğu için destekledik. Mursi’yi hapiste tutabilirler ama bu unvanını geri alamazlar. Mursi, Mısır tarihinin seçilmiş tek siyasi lideridir, tek cumhurbaşkanıdır.
Şimdi düşünün, Rahmetli Adnan Menderes, o büyük kalabalıklarla her yerde karşılanan adam idam sehpasına yalnız yürüdü. Ve hep onu yalnız bırakanlar eleştirildi, haklı olarak. Şimdi bir darbe ile giden Adnan Menderes’e sahip çıkmak olur da, bir darbe ile giden ve hapis çeken Mursi’ye sahip çıkmak yanlışlık mı olur? Eğer ki Mısır’da cumhurbaşkanlığına aday olan Amr Musa geldiğinde kendisine de söyledim, sen seçilmiş olsaydın % 5 değil de % 52’yi sen almış olsaydın senin yanında olurduk.
Bir fark gözetmeyiz. Yine yalnızlaşma etrafında söylenen sözlere bir kere daha cevap verip toparlamak istiyorum. Yalnızlaşıyor muyuz? Yalnız mı kalıyoruz? Yanlış yerde durmaktansa yalnız ve dimdik durmak evladır. Ama yalnız da değiliz. Böyle de düşünmeyin. Ne devlet olarak yalnızız ne millet olarak. Emin olun gittiğimiz her yerde Somali’nin bir sokağında, Afganistan’da, Bosna’da, Makedonya’da, Arnavutluk’ta, Libya’da bizi görenler elimizi tutup “Allah sizden razı olsun” diye dua ediyorlar.
Şunu da sizlerle paylaşayım… Ömer Süleyman var; Mısır’ın ikinci adamı. Mübarek döneminde çok zulümler yaptı. Mısır halkının hoşlanmadığı birisi. Görevden ayrıldıktan sonraki ilk ayda Mescid-i Haram’da tavaf ederken yanımda bir Mısırlı beni fark etti, elimi tuttu; oğlum, dedi sarıldı. Dedi ki; “Allah sizden razı olsun. Şu kalabalıklarda sizi tanımayabilirler ama Allah da biliyor biz de biliyoruz. Ve gece gündüz dua ediyoruz” dedi. “Biraz önce buradan Ömer Süleyman geçti. Tavafta arkasından Mısırlılar, Allah’ın laneti senin üzerine olsun diye bağırıyorlardı.” Biz, işte bundan Allah’a sığınırız. Allah muhafaza eğer bir gün zalimlerin yanında yer almak, durmak dolayısıyla herhangi bir Müslüman’ın kalbinde bir buğz sebebi olacaksak işte o an Rabbimiz emanetini alsın daha iyi.
Özetlemek gerekirse başta söylediğim gibi. Bütün insanlık birikimini, Kadim’i zirveye taşıyan medeniyet İslam medeniyetidir ve onun son temsilcisi son büyük zirvesi ve başkenti İstanbul’dur. Bizim Osmanlı geleneğimizdir. Bunu da sadece bir tarih nostaljisi yapmak için söylemiyorum. Kadim’in bütün birikimi buraya doğru akmıştır. Moderniteyle en yoğun şekilde yüzleşen biziz, ekonomisiyle, felsefesiyle. Onun için bugün farklıyız. Hem o Kadim’i biliyoruz. Hem de modernitenin içinden moderniteyi okuyabilecek durumdayız.
Bir Batılı bize İmam Gazali dersi veremez, bir Doğulu Hegel dersi veremez. Gazali’yi de Hegel’i de herkese en iyi biz okuturuz. Elhamdülillah bu büyük bir birikim haline geldi. Şimdi bütün bu Kadim’in birikimi, modernitenin tecrübesi küreselleşmede önümüzde bir yığın büyük mesele haline gelmiş durumda ama büyük imkânlar da var.
Şunu da söyleyeyim. 1999 yılında Güney Afrika’daki bir toplantıda bir tebliğ sunmuştum. Küreselleşmeyle birlikte büyük bir medeniyet bunalımı yaşanıyor. Bu medeniyet bunalımının devası olacak olan, ontolojik, epistemolojik, aksiyolojik krizlerin devası Kadimle birlikte İslam medeniyetindedir. Bunu da hayata geçirebilecek olan coğrafya bizim coğrafyamızdır, Türkiye’dir.
Bu dönem tam da bizim krizler olmuş ve bütün dünya bizim Türkiye’deki krizi konuşuyor. Bir Amerikalı kalktı şunu sordu: “Nasıl bu kadar iddialı olabiliyorsunuz? Bir ‘turn country’den, parçalanmış ülkeden geliyorsunuz.” Huntington’un bizim için kullandığı tabirdir. Türkiye, Rusya için parçalanmış yani kimlik krizleri yaşayan bir ülke. Ekonomik krizler, PKK, birçokları… Nasıl bu kadar iddialı olabiliyorsunuz? Dedim ki; tam bu sebeple aslında güç sahibiyiz. Çünkü senin, bir Amerikalı akademisyen olarak, bilmen gereken her şeyi benim bilmem gerekiyor. Çünkü bu benim bakiyem, benim birikimim. Kendi birikimimi bilmek durumundayım. İkisini bir araya getirip arasından bir de sentez çıkaracağız.
Biz size göre üç misli fazla çalışmak zorundayız. Nihayetinde bu zor bir yol. Çünkü önümüz kesilmiş durumda. Klasiklerimiz elimizden alınmış. Yanlış yollara sokulmuşuz. Sizinki tek hat üzerinden giden bir yol. Kolay bir yol ama zevksiz bir yol. Sonunda işleyen büyük bir makinenin küçük bir dişlisi olmak için gidiyorsunuz. Bizimkisi ise çok zor bir yol. Ama biz bütün o makineyle hesaplaşmak için yola çıktık. O makinenin küçük bir dişlisi olmaya değil insanın huzuru için, yeni bir düzen fikrini insanlığa sunmak için çalışıyoruz. Siyasetimizin de ilmimizin de sosyal faaliyetlerimizin de esası bu.
Tevhidi hakkıyla idrak etmek onun sosyal yansımalarını bütün ahlâki formasyonuyla yaşamak ve bunun tabi sonucu olan adalete dayalı ekonomiyi, merhamete dayalı, rahmete dayalı siyasetini inşa etmek. Bunu hem ülkemizde yapacağız hem kardeş coğrafyalarda yapacağız hem de bütün dünyada yapacağız. Gücümüzün yettiği kadarını biz yapacağız bıraktığımız yerde emaneti gelecek nesillere devredeceğiz. Ama bir gün bu büyük medeniyetin ihyası neticeye ulaşacak Allah’ın izniyle. Allah’a emanet olun.