Ramazan Kayan

Rabbim birlikteliğimizi razı olacağımız şekle dönüştürsün, bizleri sırat-ı mustakim’den ayırmasın. Bizleri; istikametini, istikrarını, ihlâsı koruyanlardan kılsın. Altı günlük yoğun bir yolculuk, bir yürüyüş… ve nihayetine kavuşmayı bizlere nasip etsin. Rabbim, bizlere hayırlı akibetler, hayırlı ahiretler nasip eylesin.
Hiçbir yerde kalıcı değiliz, yolcuyuz. Yeni bir seferin, yeni bir yolculuğun başlangıcındayız. İnanıyorum ki şu çadırın kapısından çıkıp beldelerimize döndüğümüz zaman yeni bir ruh, yeni bir bilinç, yeni bir direnç ile dönmüş olacağız. Rabbim bizlere sorumluluklarımızı hatırlatan, bizleri uyaran, irşad eden tüm değerli dostlarımızdan ebediyyen razı olsun. Buna gerekli ilgiyi gösteren sizlerden de razı olsun.
İşin en zoru, ülkenin ve İslâm dünyasının nadide şahsiyetlerinden sonra sözü almak… Bu kolay değil. Bunun için benim size aktaracaklarım bir sunum, bir konferans olarak değil de bir kardeşinizin içini dökmesi, derdini paylaşması olarak görünüz. Sözüme başlarken, Platformumuzun aşina olduğumuz logosuna bir kere daha dikkat çekmek istiyorum. Merkezinde Kabe olan ve çevresinde farklı renklerde silüetler olan bir logo. Tüm renkleri görünür kılan ama esasta tek bir rengi, Allah’ın boyası ile boyanmayı şiar edinmiş farklı renklerden bir kardeşlik atmosferi yakalamış, Kâbe merkezli bir inşa süreci bu. Kâbe merkezli bir cemaat, Kâbe eksenli bir kardeşlik, Kâbe eksenli bir dünya ideali ile ortaya çıkan bizler, bu iddialı çıkışın hakkını nasıl vereceğiz ve nelere dikkat edeceğiz? Buradan söze başlamak istiyorum.
Şu iki ayeti sizinle paylaşmak istiyorum: “İbrahim, İsmail’le birlikte Kâbe’nin temellerini yükseltirken şöyle yalvardılar ‘Rabbimiz! Kabul buyur bizden! Yalnız sensin tüm duaları işiten ve gönüllerdekini bilen de yalnız sen!’ Rabbimiz! Bizi kayıtsız şartsız sana teslim olan kimselerden eyle! Soyumuzdan da sürekli sana teslim olacak önder topluluklar var et! Bize nasıl kulluk yapacağımızı göster ve bizi affet! Hiç şüphe yok ki sen tevbeleri çokça kabul edensin, rahmetle muamele edensin!’ ” (Bakara, 127 – 128)
Sinelerin sakladığı tüm hesapların künhüne varan Allah Azze ve Celle’dir. Diyorum ki, Anadolu Platformu Kâbe merkezli bir yola çıktı, Ya Rabbi! Biz de Kâbe merkezli bir iş yapmak için kolları sıvadık. Belli belli bir seviyeye geldik… Allah’ım, eğer bizim hesabımızda da senin hoşuna gitmeyecek niyetlerimiz, hesaplarımız, emellerimiz varsa sen bizi kurtar Allah’ım. Sen bizden kabul buyur. Siz Türkiye’nin en güçlü cemaati olsanız, herkes sizi alkışlasa da peki Allah kabul etmezse neye yarar? Insanların hüsn-ü kabulü yetmiyor, müntesiplerimizin çok olması, çok takdir görüyor olmamız yetmiyor.
Hz. Meryem’in annesi de aynı kaygıyı taşıyordu: “Rabbim, karnımdaki çocuğu, her türlü endişeden arınmış olarak sırf sana adadım. Onu benden yana kabul buyur. Hiç kuşkusuz sen işiten ve bilensin.” (Al-i İmran, 35) Kendinizi, çocuğunuzu, ailenizi bu davaya adamış olabilirsiniz ama yetmiyor! Ya Allah kabul etmezse? Ya biz de güç zehirlenmesine yakalanırsak? Merkeze kendimizi koyarsak, ümmetin merkezine kendimizi koyarsak ne olacak? Hz. İbrahim bu dersi bize veriyor. Kâbe’yi yapan, bizzat elleriyle onu inşa eden bu tedirginliği yaşıyorsa bizlerin ne demesi gerekir? Kendimizi nasıl konumlandırmamız lazım düşünüyor musunuz? Onun için birbirimizi uyaralım, şımarmayalım, yaptıklarımızda övünmeyelim. İlahi mizanda yaptıklarımızın hangisinin geçerli olup olmayacağını bilemiyoruz. Şayet Allah, ahirette Platformumuzu yüzümüze çarparsa? Kalbinizi yoklayın. Riya sızmasına, nifak sızmasına dikkat ediniz ki amelleriniz heba olmasın, mücadeleniz lekelenmesin, yaralanmasın. İhlâsımızı koruyalım, istikamet üzere olalım, tevazuyu elden bırakmayalım.
Allah bize mahcubiyet vermesin, Allah bize pişmanlık vermesin, bizi iki dünyada da perişan etmesin. Hz. İbrahim’in duası bitmedi, Kâbe’yi yapmakla iş bitmiyor, Kâbe’ye yönelecek nesiller lazım. İşte Hz. İbrahim tam o noktada “Ey Rabbim, hem bizi yalnız senin için boyun eğen Müslümanlardan kıl, hem de soyumuzdan yalnız senin için boyun eğen Müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını göster, tevbemize rahmetle bakıver. Hiç şüphesiz Tevvab sensin, Rahim sensin.” (Bakara, 128) Her Anadolu Buluşması bizim toplu tevbemizdir. Biz bir hareketsek, hareketlerin de tevbesi, özeleştirisi vardır. Yani biz aynı zamanda buraya tevbe etmeye geldik. Dünya hayatına ilk gözünü açan yavruya, Efendimiz’in sünnetine göre, kıbleye döndürerek sağ kulağına ezan sol kulağına da kamet getirmek gerekiyor. Demek ki dünyadaki ilk görevimiz kıble aşısıdır. Son nefesimizi de verirken yüzümüzü kıbleye çevirip şehadet getirmek gerek. Bu, ilk günden son güne kadar kıblemizi şaşırmamamızı, tek kıbleli kalmamızı gerekli kılar. İdeâlimiz bu olacak. Parayı kıbleleştirmeyeceğiz, iktidarı kıbleleştirmeyeceğiz, dünyayı kıbleleştirmeyeceğiz; çıkarı, şehveti, karşı cinsi kıbleleştirmeyeceğiz. Tek kıbleli olma hassasiyeti ile bir hayat inşa edeceğiz.
Modern zamanlar kıble savaşlarının hızla yaşandığı dönemlerdir. O kadar çok kıble dayatılıyor ki, kendi kıblemizde sabit kalma istikrarını sürdürmemiz gereklidir. Kâbe kriterlerine göre bir hayatta karar kılmamız gerekiyor; Roma kriterleri demiyorum, Washington kriterleri demiyorum, Kopenhag kriterleri demiyorum ve Ankara kriterleri demiyorum! İkinci olarak Kâbe standartlarına göre bir yaşam biçimi tercih etmemiz lazım. Dünyanın en sade yapısı Kâbe’dir. Burada Allah bize dikkat çekiyor, Allah’ın evi bu kadar sade iken bizim evlerimiz neden böyle değil? Ne ile yaşıyoruz, kime özeniyoruz? Hani Kâbe merkezli bir hayatı öncelemiştik? O halde evlerimize döndüğümüzde yeniden sade bir yaşamı öncelememiz lazım. Tüketim çılgınlığının, modernizmin, kapitalizmin üzerimizde oluşturduğu tahribata bir cephe oluşturmak bir mevzi kurmak gerekli. Endişe ediyorum, sadeliğimizi kaybettiğimiz an çöküşe geçebiliriz.
Bugün ümmetin maruz kaldığı o kadar çetin ve zor bir imtihan var ki, burada hem kendi adıma hem de sizin adınıza “Allah’ım yüzünü Kabe’ye döndüğü halde ehl-i kıbleye silah çeken eller var bu ümmetin içerisinde. Biz onlardan beriyiz ve bundan rahatsızız. Ellerimiz, Müslümanların kanını dökmektense kurusun.” Ey Hizbullah, yıllarca Lübnan’da seni destekledik… Bir tarafta Hüseyin’in yasını tutan Hizbullah, çağın Yezidleri ile nasıl iş tutarsınız, yapmayın! Bu ümmete yazık etmeyin! Suriye’de ne yaptınız? Ey İran kime hizmet ettin? Ey IŞİD binlerce genç cihad aşkı ile geldi safınıza katıldı ve siz ehl-i kıble olan insanların kanına girdiniz. Ve yine burada ey Hizmet hareketi kime hizmet ediyorsunuz? Samimi olarak sizle birlikte olanlar var, hizmetiniz son tahlilde kimin işine yarıyor? Allah bizleri de sizleri de ıslah etsin, mazlumları sizlerin ellerinden kurtarsın.
Burada bulunduğum süre zarfında çok güzel tepkiler, duygular aldım ama herkesin ortak bir şikâyeti vardı; ah şu sıcaklar olmasaydı ne güzel olacaktı. Keşke şu program şu kadar sıcak günlere gelmeseydi derken tam da Rabia’nın yıldönümünde, 14 Ağustos’ta buradaydık. Geçen yıl Rabia’daki o toplu kıyımlar yaşanırken oradan bir kare anlatmak istiyorum size. Yüzbinler Rabia alanındaydı, Mısır 45 derece sıcaktı. Bir gün Mısırlı bir gazeteci 65-70 yaşlarında bir anneye soru sordu “anne, oruçlusun ve hergün bu alana geldiğini görüyorum. Sen nasıl dayanıyorsun ve nasıl her gün gelebiliyorsun?” Mısırlı annenin verdiği cevap şu: “Yavrum, ben Rabia’da cennetin kokusunu alıyorum.” Mesele bu işte, dava bu. Önemli olan kokuşmuş bir dünyada cennetin kokusunu alıyor muyuz? O halde ne nem bizi etkiler, ne yolun uzunluğu bizi etkiler.
“Cennet, muttakilere yaklaştırılır.” (Şuara, 90) Allah cenneti muttakilere getiriyor. Onun için dünyanın geçici zevklerine heves etmeyiniz. Çıtayı yüksek tutunuz, hedefi ulvi görünüz ve Allah size neyi layık görmüşse onu verecektir. Kardeşler, evleriniz sizi bekliyor. Anadolu Buluşmalarımızın imtihanını verdik ve dönüyoruz. Biz böyle geniş ve ferah mekânlarda olurken bazı kardeşlerimizin imtihanı daha farklı. Gazzelilerin gidecek evleri yok ama onlar bizden daha diri ve daha duru. Mısır’daki kardeşlerimiz demir parmaklıkların ardından yürüyüşlerine devam ediyorlar.
Türkiye’nin şimdiye kadar hiç sahip olmadığı imkânlar elimizde. Bunun hakkını vermemiz, içini doldurmamız lazım. Özgürlükler bağlamında, kadrolar düzeyinde, fiziksel mekânlar bağlamında bir daha bu kadar bol ve geniş imkânlara sahip olur muyuz bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki Allah’ın verdiği nimetlerin şükrünü yaparsak Allah nimetlerini arttıracaktır; nankörlük edersek Allah’ın uyarısı pek şiddetlidir. Hiç kimse yaptığı ile yetinmesin, her gün ne yapabilirim ve bu mücadeleye ne katabilirim diye düşünsün. Enerjinizi gücünüzü birbirinize kullanmayın, tali meselelerle birbirinizi yormayınız. Yoksa rüzgârınız gider, kuvvetiniz gider, izzetiniz gider; esameniz gider ve hiç’leşirsiniz.
Bugünün formülasyonunu verelim o halde: Üç R formülü. Bize bir “rih” lazım yani rüzgâr lazım. İkinci olarak bize bir ruh lazım. Üçüncü olarak bize yeni bir “rah” yani yol lazım. Rih’i yakalarsak, ruh’u kuşanırsak, rah’a koyulursak olduk rabbani. Bu buluşmanın amacı bu üç kelime. Buradan bir rüzgârla Anadolu’ya açılacağız, yeni bir ruhla Anadolu’ya döneceğiz ve her birimiz yola revan olacağız. Bu noktada bizi tehdit eden en ciddi şey rehavettir, rahatımızdır.
Biz, esen rüzgârlar karşısında yön değiştiren değil; gittiği yerlerde rüzgar estirenlerden olacağız. Bizim farkımız da bu olacak. Allah dünyaya geldiğimizde bize bir ruh verdi. Bugün o ruh yorgun düştü ve yeni bir ruha ihtiyacımız var. O ruhu Şura Suresi 52. ayette görüyoruz: “Ve ey Nebi, işte sana da kendi emrimizden bir ruh bahşeden bir mesaj vahyettik; sen daha önce kitap nedir iman nedir bilmezdin. Fakat şimdi onu bir nur kıldık ki, kullarımızdan dileklerimizi onunla doğru yola yöneltelim.” İşte bu ruhun ismi de Vahiy’dir. Allah’ın imandan, tevhidden sonra bizi bir ruhla desteklemesini istiyorsak Allah’la aramızın iyi olması lazım. Allah’a yakın olmalı ve davada sabretmemiz lazım. Pasif bir sabır değil, aktif bir sabırdan bahsediyorum. Aktif bir tevekkülden, aktif bir zikirden, aktif bir duadan bahsediyorum. Ve bunu yaparken beyan, bürhan, irfan mekteblerinden beslenerek; bunları birbiri ile çatıştırarak, ayırarak ya da aynileştirerek değil bunlardan beslenerek devam etmemiz lazım. Kalbimiz de, aklımız da, nasslar da devrede olacak. Hedefe yürüyebilmek için; muttaki aydınlara, mücahid âlimlere, mutedil kadrolara, muvahhid bir kitleye ihtiyacımız var.
Cemaatler olarak kendi sistemimizi ve düzenimizi kurmamız gerekiyor. Biz bir zamanlar tercüme topluluklardık yani çevrede hangi birikim varsa onu alıp kullanırdık. İyi ki vardı bunlar ama artık ayakları yere basarak, gerçekçi bir hareket ve model geliştirmemiz lazım. Anadolu Platformu olarak sorulara cevap olacak, adres olacak, referans olacak bir model üretmeliyiz. Bu, niteliklerle ve kaliteyle olur. Üzerine oturduğumuz zenginlik ve mirasları daha fonksiyonel hale getirmemiz için hepimizin çalışması gerekiyor. Hayatı rasyonel, seküler, popüler okumak değil; gaybi, deruni tarafıyla ele alacağız ve kendimizi bu dünya ile sınırlandırmayıp ötelerle irtibatta kalacağız.
Biz sivil İslâmi bir hareket ve cemaatiz. Kimsenin yedeği değiliz, kimsenin ne anti’siyiz ne de angajesiyiz. Ama bizim inancımız, düşüncemiz, varlığımız gereği her yerde söyleyecek sözümüz var, herkesle paylaşacak doğrularımız ve değerlerimiz var. Bizler, siyaset üstü değerler üretip, siyaseti de yönlendirenler olmalıyız. Siyasetin de bir muhalefete ihtiyacı var. Biz doğruları desteklemek, yanlışları uyarmak sorumluluğunu da almak zorundayız. İktidarın şayet gömleği temiz ve arkadan yırtıksa Allah bir gün Mısır’ın dahi yönetimini size verir ama şayet gömleğiniz temiz ve arkadan yırtıksa… Ama gömleğiniz kirlenmişse gücünüz ne olursa olsun sonun başlangıcı da başlamış olur.
İslâm, ateşten bir gömlek de olsa giymeye razı olduk biz. Ebedi ateşten kurtulmak için… Dünyaya razı olanlar, dünyevi gömlekler giymeye razı olsun. Size son tavsiyem; unutmayın! Unutursanız unutulursunuz. Kendinizi, birbirinizi, kimsesizleri, ahiretinizi, Rabbinizi unutmayınız. Unutmayın ki umut sizde, beklenti sizde, gözler sizin üzerinizde. Biz hem unutmayacağız hem de unutanlara hatırlatan olacağız. Unutmak zihinsel bir eylem değil, vicdani bir eylemdir. Unutursanız hafızanızı kaybedersiniz, hafızanız giderse kimliğinizi kaybedersiniz. Kimliğinizi de kaybederseniz kim olduğunuzu unutursunuz ve kaybolursunuz. Allah’ı önceleyelim, Allah’ı ihmal etmeyelim. Allah yardımcınız olsun, yolunuz açık olsun. İnşallah daha güzel günlerde birlikte olacağız.