Muhammed İkbal’in ifadesiyle İslâm; insanoğlunun Allah ile birlikte yaptığı tarihi yolculuğun adıdır. İslâm; insanlık için bir kurtuluş reçetesi olarak ortaya çıkmış ve kısa sürede vicdanlarda karşılık bulmuştur. Bununla birlikte İslâm; tarihte farklılıkları bir arada yaşatarak; bilim, eğitim, sanat, kültür ve ekonomi alanlarında yüksek bir medeniyet ortaya koymuştur.
İslâm coğrafyası; son dönemlerde medeniyete öncülük etme, insanlık için halife olma ve şahitlik misyonunu önemli oranda kaybetmiştir. İçinden çıkılmaz birçok sorunla karşı karşıya kalmış ve hastalıkların sırasıyla gelip yakaladığı bir coğrafyaya dönüşmüştür. Bu duruma nasıl gelinmiştir ve bu durumdan kurtulmanın yolu nedir; nasıl bir dünya istiyoruz ve bunun için nasıl bir çabanın ortaya konması gerekiyor?
Dünyada cari olan sisteme cevabımız nedir? Bunu aşmak mı, tasfiye etmek mi; yoksa bununla beraber yaşamak ve onunla yarışmak mı istiyoruz? Allah; yeryüzünde murat ettiği şeyi müminler üzerinden gerçekleştirecekse bu konuda ortaya konulan çalışmalar yeterli, isabetli ve kuşatıcı mıdır?
Türkiye ve dünya Müslümanları; bütün insanları kuşatacak bir vizyona ve paradigmaya sahip midir? Hâlihazırda ürettiğimiz; bilim, kültür, sanat ve ekonomi ile dünyada söz sahibi olmak mümkün mü? Günümüzün gelişim dinamikleri nelerdir? Bunları ne kadar biliyor ve bunlara ne kadar hazırlık yapıyoruz?
Müslüman; içinde yaşadığı dünyayı, sahip olduğu inancı ve beraber yol yürüdüğü toplumu değerlendirirken; ne zaman nesne olmaktan vazgeçip, özne olmaya karar verecektir? Kısacası; tarih, doğa, toplum ve benlik zindanlarından nasıl ve ne zaman kurtulacaktır?
Bütün bu gelişmelerin Türkiye’ye yansıması nedir? İslâmi geleneği yeniden inşa etmede nasıl başarılı olabiliriz? Eğitim, kültür, ahlâk, ekonomi ve siyasette ortaya çıkan duruşlar bizi ne kadar yansıtıyor? Yeni bir diriliş çağrısı ve yeniden bir inşa hareketi mümkün müdür?
Bizim yaşadığımız temel sorun; ne kendisi kalabilen ne de başkası olabilen bir milletin yaşadığı varoluşsal sorunların ağırlığı altında zihni ve ahlâki bir duruşa sahip olamamaktır. Türkiye’nin yakın tarihinde yaşadığı gerilimler; gelenek ile modernite, ahlâk ile hukuk, anlam ile özgürlük, bireysel kimlikler ile kollektif aidiyetler arasındadır.
Yaşanan süreç; yeni bir Türkiye paradigmasının doğmaya başladığının işaretlerini veriyor. Süreç içinde Türkiye tecrübesini özgün kılan temel unsur; bir tarafta kendi köklerine dayanması, öbür tarafta dünyaya açık ufuk perspektifinden bakabilme imkânına sahip olmasıdır. Artık karşımızda tarihin akışını uzaktan ve endişe ile izleyen değil; o tarihe müdahale etme gücüne ve cesaretine sahip bir özne var.
Ülkemiz yeni bir muhayyileye ihtiyaç duymaktadır. Çarpık modernleşme tarihimizin sırtımıza bindirdiği yüklerden kurtulmanın yolu; temel hak ve hürriyetleri esas alan, hesap verebilirlik ve şeffaflık ilkesine dayalı bir siyasi, hukuki, ahlâki düzenin inşa edilmesinden geçmektedir.
Önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin temel mücadelesi; eski korkularından, yüklerinden kurtulması ve yeni bir toplumsal muhayyile inşa etme çabası şeklinde olrataya çıkacaktır.
Dünyada hızlı bir değişim ve dönüşüm süreci yaşanmaktadır. Bu dönemle birlikte dünya genelinde; özgürlük, insan hakları, çoğulculuk, sivil toplum ve pazar ekonomisi lehine bir yönelim doğmuş ve bütün bu alanlarla ilgili küresel düzeyde bir farkındalık oluşmaya başlamıştır.
Bütün bu süreçler; İslâm ümmeti ve tüm insanlık için hayırlı bir sürece dönüştürülebilir. Süreçte daha çok inisiyatif almak ve daha kapsamlı sorumluluklar üstlenmek mümkündür.
Model merkezli yaklaşımlardan vazgeçip; değer merkezli yaklaşımlara odaklanmanın zamanı gelmiştir. İbn-i Kayyim’in, “Allah, adaletin gerçekleştirilmesini tek bir şekle hasretmemiştir” sözünden ne anlamalıyız? Bugün Müslüman kimliğine sahip insanlar tarafından gerçekleştirilen; ekonomi, siyaset ve cemaat çalışmaları ne kadar kendi değerlerimiz üzerinden yürüyor? Adalet, ehliyet, meşveret, dayanışma ve katılımcılık ilkeleri ne kadar hayat buluyor?
Yüz yıldır İslâm coğrafyasında ve ülkemizde birçok alanda fetret yaşandı. Bu fetreti sonlandırmaya dönük sivil, siyasi, iktisadi ve sosyal çabalar yeni yeni ete kemiğe bürünüyor.
Bu yeni bir haldir; yeni bir aşamadır. Bu yeni hale-aşamaya uygun her alanda tercihler yapmalıyız.
Cemaatte, siyasette, sosyal hayatta vefa ve yol arkadaşlığı önemlidir. Fakat bugün durum farklı… Bugün daha anlamlı adımlar atmak, süreci ileriye taşıyacak; Türkiye’nin, İslâm dünyasının ve insanlığın yeni toplumsal muhayyilesini kavramış yetişmiş genç kadrolara alan açmak zorundayız.
Yeni Türkiye’nin işaret taşları, bu milletin değerlerinden oluşmalı. Bu işaret taşlarına göre herkes bu yeni süreçte kendine çeki düzen vermeli.
Geçmişte yaşanan iç kavgalar nedeniyle toplum içinde yer etmiş yaralarımızı sarmalıyız. Toplumun tüm katmanlarıyla daha fazla iletişim kurmalıyız. Milletimizin kendinden gördüğü ve milletimizle bir arada olmaktan iftihar eden yöneticilerimizi öne çıkarmalıyız. Salon beyefendileri ile bu milletin yüreğine dokunulamaz. Türkiye’de değişimin ve dönüşümün öncüsü halktır. Siyasi organizasyonlar ve liderler bu süreci ya ileriye taşıdılar ya da yavaşlattılar. Engel olan vesayetçi yapılar ve liderler, kısa sürede halkın vicdanından ve gündeminden düştüler.
Güçlü, bilinçli halk ve ona layık liderler; bu coğrafyayı ileriye taşır. Bazı kirlere bulaşanları milletimiz her dönemde mahkûm etmiştir. Ancak bu konuda cemaatler ve siyasi yapıların kendilerinden olanları koruduğu, kolladığı görüldü. Bu da onların süreç içerisinde topyekûn kirlenmelerine neden oldu.
Bu topluma yüz yıldır zulmeden emperyalist üst yapılarla mücadelemiz kesintisiz sürmelidir. Bu konuda bu seçkinlerle asla uzlaşı olamaz. Bin yılı aşkındır bu topraklarda var olan inançlarımıza, değerlerimize, yaşam tarzımıza, birliğimize hep onlar saldırdılar; biz ise savunmada kaldık. Tek Parti Dönemi, İnönü Dönemi, Darbeler Dönemi, Gezi Parkı Süreci, 17 ve 25 Aralık… Sadece Türkiye’de değil, tüm topraklarımızda saldırdılar. Saldırmaya devam ediyorlar. Suriye ve Filistin’de saldırdılar. Afrika’da, Asya’da saldırılara devam ediyorlar.
Bu savaşı daraltarak; bilgi ve bilinçle yol almalıyız. Bunun için dikkatli ve bilinçli bir süreç işletmeliyiz. Bu sürecin değerlerimiz ekseninde kalıcı olması için bilgi üretim ocaklarımızı canlandırmalıyız. İlişkilerde değerler belirleyici olmalı.
Yeni Türkiye’de iki yüz yıldır ilk defa hayatın içinde, devletle milletin omuzları birbirine temas ediyor. Bu temasın milletin değerleri ekseninde anayasal güvence altına alınması gerekir. Dünyada var olan 800 milyonu aşkın Müslüman azınlıkla daha köklü bağlar kurmalıyız.
Her başarı biraz baş döndürür. Allah; “günleri insanlar arasında döndürür dururuz” der. Allah; Kuran’da düşüş ve yükseliş kıssaları anlatarak bizim dikkatlerimizi çekiyor. Düşüşlerin ve yükselişin hikmetine akıl erdirirsek olayı anlayabiliriz. Organizasyonlar (cemaat, şirket, devlet vs.) ilkelerle devam eder. Zulüm ve kanla devam etmez.
Bilgi pusuladır. Güç, bilgiyle anlam kazanır. Yeni Türkiye’de güçlü olan devlet değil, millet olacaktır. Medeniyet bir yaşama sanatıdır. Bir ülkeyi at sırtında fethedebiliriz. Ancak orayı münevver bir kültür havzasına, bir faziletliler şehrine dönüştürmeden kalıcı bir yönetim oluşturamayız.
Tarihe yaptığımız yolculuklarda ayrıntılara takılıp kalmamalıyız. Geçmişi, bir tecrübe bilerek bugüne ve geleceğe dair düşüncelerimiz, öngörülerimiz olmalı. Kendi gerçekliği ile yüzleşip buradan bir gelecek tasavvuru oluşturamayanlar, geçmişte var olma kolaylığına kaçıyor.
Yeni tarihsel süreç bu korku duvarını yıkmaya başladı. Emperyalistleri tedirgin eden İslâm dünyasındaki bu uyanıştır.
İslâmi hareket, içinde yaşadığı toplumun sorunlarına dair duyarlılıklarıyla toplumsal meşruiyet mevzisini genişletmek zorundadır. Mücadelemizi sürdürürken kendi tarzımızı tek gerçeklik görmeden çalışmaları yürütmeli; ancak hakikat arayışımızı da her daim sürdürmeliyiz.
İdeolojik, ırkçı, mezhepçi körlükler; dünyada emperyalistlerin elini güçlendiriyor ve bizlere büyük bedeller ödetiyor. İslâm dünyasında yaşanan savaşların sahadaki aktörlerinin maalesef yüzde 90’ı Müslümanlardır. Esasen tüm bu çatışmaların nedeni küçük ayrıntılardır.
Örneğin; Endülüslü bir ilim adamı Bağdat’a gelir; Bağdat’daki farklı dinlere mensup ilim adamları hiçbir dini metne başvurmadan o günün Bağdat’ında insani düzlemde sosyal meseleleri rutin tartışmalarla ele alırlar. Bu insani düzlemdeki tartışmalar, insanların hakikatle buluşması için ön yargıları kaldırarak zihinlerde pencereler açar. Endülüslü ilim adamının hatıratında gıpta ile anlattığı Bağdat’ta maalesef bugün Allah-u Ekber nidaları ile Müslümanlar katledilir hale geldi.
Allah’tan, Peygamber’den, yer yer siyasetçiden, iktisatçıdan, bazen de istihbaratçıdan rol çalarak cemaat olunmaz. İlim adamlarımız ne yazık ki Yeni Dünya’yı okumakta geciktiler. Eski gelenekten devraldığı bilgileri tekrar ederek görevini yaptığını düşünen âlimlerimiz, olumsuzluklara çözüm üretemediler. Bir çözüm getirebilmek için yeni ihtiyaçları ve şartları görmek; içinde bulunduğumuz bu çağda Müslümanca yaşamanın yollarının tartışılması gerekiyordu. Maalesef öyle olmadı.
İslâmi ilimlerin klasik muhtevası ile hayatın akış yönü arasındaki makas, modern çağda inanılmaz bir biçimde açıldı. İnsanlar, süreç içerisinde dolaylı biçimde sekülerleşmeye ve dünyevileşmeye başladılar.
Zahiri dindarlaşma ile batini dünyevileşmenin atbaşı seyrettiği bir ortamda, asıl hırpalanmanın Müslümanın ruhunda, kimliğinde ve bilincinde cereyan ettiğine şahit olmaktayız. İslâm’ın şekil ve sembolleri bize bir bilinç sağlamaz. Kapıya götürür ve bilincin yaşamasına destek verir. Ancak; şekil ve sembol yeterli görülüp, manevi yönün yok sayılması, bir nevi içinin boşaltılması, İslâmi bilincin oluşmasının önündeki en büyük engellerden biridir.
İslâm dünyasındaki tüm bu olumsuz gelişmelerden sadece ötekini suçlayarak sıyrılamayız. Ötekini suçlamak bize vicdani bir rahatlama sağlamaz ve sağlamamalıdır da. Bu bağlamda bizler, İslâmi ilimleri yeniden anlama ve inşa etme becerisi göstermeliyiz. “Bize atalarımızdan devraldıklarımız yeter” anlayışını devam ettirirsek, simgelere ve şekilciliğe sığınan ama yüzeysel kalan bir dindarlıkla geçinir gideriz. Bu açıdan baktığımızda, hızla sekülerleşen, dünyevileşen, sembollerden ibaret kalan bir dini anlayış; İslâm dünyası için oldukça korkutucu bir tabloyu işaret etmektedir.
Geleneği putlaştırmadan ve dokunulmazlık zırhına sokmadan; gelenekten yararlanan bir anlayışa ihtiyacımız var. 21. yüzyılda yaşadığının bilincinde olan ve bu yüzyılı okuyabilen; içinde bulunduğumuz bu çağda dindar olmanın yollarını ve yöntemini araştıran, keşfeden bir anlayışa ihtiyacımız var. Salt dünyayı önemsemeyen bir dindarlık da bu dünyada İslâm’ın izzetini temsil edemez. İslâm’ın izzetini ve Müslümanların onurunu gözetmek, korumak istiyorsak; din ve dünya dengesini sağlıklı bir şekilde kurmak durumundayız. Hülasa, dünyevileşme girdabına kapılmaksızın dünyayı önemsemek, dünyanın altında kalmaksızın üstünde ayakta durmayı başarmak, temel şiarlarımızdan biri olmalıdır.
Modernizmin, İslâmi aklı ve algıyı sömürgeleştirmesi sebebiyle bazı kopuşlar yaşandı. Ancak biliyoruz ki; devrimci olmakla her şeye karşı olmayı, militan olmakla her şeye karşı durmayı, dava adamı olmakla her şeye sırtını dönmeyi, mücadele etmekle bilgiyi hor görmeyi birbirine karıştıran bir anlayışın İslâmi harekete dönüşmesi asla mümkün değildir.
Sığ bilginin yüceltildiği, hoşgörüsüzlüğün ve fanatizmin erdem sayıldığı, her yeniliğe karşı olmanın tavizsizlik zannedildiği, grupçuluğun ve asabiyetin cemaat olarak algılandığı bir atmosferde; değil toplumsal mücadele vermek, nefes almak dahi zordur. Cemiyet ve cemaatlerin toplumu ayakta tutan ana unsurlar olduğundan şüphemiz yok. Ancak sivil yapılar devlete yamanarak var oluşlarını sürdüremezler. Esasen bu şekilde kaliteli insan da yetiştiremezler. Aynı şekilde devlet de sivil yapıları denetim altına almaya kalkışarak geleceğini teminat altına alamaz. Siyaset kurumu; her biri bir ocak sayılan mezkûr yapıların yetiştirdiği, kaliteli insanları hayatın içine taşıyan sosyal bir yapıdır.
Cemiyet ve cemaat çalışmaları değerler ekseninde bir iklim oluşturuyor ve siyaset bu iklimde söz konusu değerlerin sâlimen hayata geçirilmesini sağlıyor. Ancak siyasetin öncülük ettiği iklimler de kırılgandır. Bu sebeple, İslâm’da siyaset ve cemaat kavramlarının yeniden tanımlanması gerekir. Karşılaştığımız sorunları çözerken kullanılan yöntemler, sorun alanlarını zamanla iktidar alanlarına dönüştürebilirler.
Ülkemizde ve İslâm dünyasında yaşanılan sorunlara yönelik ilkesizce ortaya konulan çözümler ve iktidar gayesinin cemaat, siyaset ve ahlâk kavramlarını hakiki manada yozlaştırdığına şahit oluyoruz. Kendi gettolarında yaşayan bazı yapılar, bu boşlukları kendilerine yontmayı başardılar.
Dini hayat, her şeyin üzerinde yükseldiği bir toprak gibidir. Aslında iktidar, siyaset ve din ilişkisi; toprakla onun üzerinde var olanlar arasındaki ilişki gibi olmalıdır. Kadim tarihimize baktığımızda, okul olan cemaatlerimizin onlarca siyasi lidere ve politik teşkilata, hatta birçok devlete -istikamet üzere oldukları sürece- ilham verdiklerini görüyoruz. Din topraktır; siyaset süreçseldir, toprak üzerinde var olan mevsimsel devinimlerdir.
İslâm dünyası her alanda normalleşip doğallaşmalıdır. Bizler fikre, düşünceye ve tasavvura inanırız; asla başarıya tapmayız. Başarı odaklı yaklaşımlar süreç içerisinde bizleri yozlaştırmıştır. Geleceğin en büyük sorunu geçmişteki başarılardır. Aliya İzzetbegoviç der ki; “Mümkün olsaydı geçmişteki şaşalı eserleri yıkardım. Bazen bunları konuşmaktan şimdiyi ve geleceği kaçırıyoruz.”
Önemli olan istikamet üzere, yolda olmaktır. Zaferin her daim Allah’a ait olduğunu bilmeliyiz. Bizler; iyi ve doğru insanların iyi işler yapmasını sağlamalıyız. Bunun için ülkemizde ve İslâm dünyasında ocaklarımızda yetişen faziletli insanların; erdemli toplumların inşası için sorumluluk almaları gerekmektedir. Bu yeni süreçte daha fazla fedakârlık yapmalı ve sorumluluk almalıyız.
Temel sorunumuz sırtımızı döndüğümüz geçmiş ile hâlâ belirsizliğini koruyan bir gelecek arasında asılı kalan bir milletin, nereye nasıl gideceğine dair net bir yol haritasının oluşturulamamasıdır. Bu süreçte köklerimiz ile açık ufkumuz arasında kuracağımız bağların bize yeni imkânlar sunacağına inanmalıyız. Bir taraftan muhasebe yaparken, diğer taraftan hummalı bir inşa çalışmasının mücadelesini her alanda vermeliyiz.
Millete ve onun inançlarına zulmeden devlet algısı; zihinlerde ve toplum hayatında yıkıldı. Ancak, yeni devlet ortaya çıkmış değil. Her alanda yeni bir inşa sürecine giriyoruz. Etrafımıza çizilen düşünsel, ekonomik, askeri, siyasi ve coğrafi sınırları kaldırmalıyız. Bu noktada cemaatlerin devletle ilişkisini yeniden ele almalıyız.
Yeni devleti, Türkiye’deki tüm kesimlerle beraber tartışarak inşa etmeliyiz. ‘Yeni’nin, neyi ihtiva ettiğinin cevaplanması gerekir. ‘Eski’nin de neyi temsil ettiğini iyi bilmeliyiz. Geçmişte siyasete uzak olmamızın nedeni, her şey şeytani bir hileyle ele alındığı içindi. Kurulan siyasi partileri ve sivil toplum örgütlerini devlet kurdurdu; halkın değerlerine yaslanmadığı için ömürleri kısa sürdü. Yeni Türkiye’nin kurucuları, halkın değerlerini öne çıkararak başarılı olabilir. Kim halkın değerlerinden uzaklaşırsa yok olmak durumunda kalacaktır.
Türkiye normalleştikçe kendi ontolojisine dönüyor. Bugüne kadar yapıp ettiklerimizi harala gürele yaptık; ancak artık bu hal sürdürülemez. Bu yeni süreçte; doğallık, sahicilik ve samimiyet çok önemlidir.
Yüz yılı aşkındır kendi topraklarımızda bize sürgün hayatı yaşatan emperyalistlerin yaklaşım biçimleri, bizi Yeni Dünya’nın kurucu unsuru yapmaz. Ömer Muhtar der ki: “Onlar bizim düşmanımız; öğretmenimiz değil.” İslâmi hareket, düşmanın sınırlarına göre kendini tarif edemez. Meşruluğunu kendinden ve değerlerinden alır.
İslâm dünyasındaki sorunların kaynağında, Müslüman halkların başına gelenden bihaber oluşu ve başlarına gelen her şeyi bir kader olarak görmeleri ve kendi kaderini belirleme inisiyatifinden uzak durmalarıdır.
Entelektüel daralmayı ve çölleşmeyi müzakereci bir anlayışla, ucu açık tartışmalarla aşmaya çalışmalıyız. İslâm dünyasındaki bu travmaların temel nedenlerini mevcut birkaç akıl dışı, vahşi veya uzlaşmacı, ifsat edici örgüte indirgemek sorunu çözmez. Asıl sorun hiçbir kutsalı olmayan vahşi emperyalistlerdir. İşgallerle İslâm coğrafyasının genetiğini ve sınırlarını bozdular. Dağınık duruma düşen Müslümanlar, bedevilik kültürünü dini bir algıya büründürerek kutsadılar. Birçok çatışmayı iç içe yaşar hale geldiler. Kapitalizmin, sekülerizmin ve liberalizmin tayin edici olduğu toplumlarda, İslâm’ın özgürlüğünden söz edemeyiz; hayat alanlarına yansımayan İslâm, özgür değildir.
Hayatın dışına itildiğimiz yerlerde edindiğimiz konforu bozmalıyız. Ucuz iyimserliklere ve ucuz umutlara tutunarak emperyalistlerle hesaplaşamayız. Bizler görsel ve işitsel teknoloji tarafından kuşatılan, sıradanlaştırılan zihinlerimiz sebebiyle eleştirel, muhalif, özgün inisiyatifler oluşturamıyoruz. Nesneleştirilmiş kimlikler ve kişilikler, direnişin dilini, ufkunu ve bilincini oluşturamaz. Ne pahasına olursa olsun, kendi zamanımızın gerçekliği ile yüzleşmek zorundayız. İslâm coğrafyasındaki kadın, çocuk, yaşlı ve gençlerimizin verdiği direnişlerle, yeni bir bilinç anıtı inşa etmeliyiz.
İslâm’ın siyasallaşmasından ziyade, İslâm’ın siyaset üretmesini konuşmalıyız. Bugün siyaseti önemli kılan, uzun süredir İslâm’ın bu alanda aldığı yaralardır, itilmişliktir ve ötekileştirmedir. Yıllardır uzak kaldığımız siyasal alanda değerlerimizle varolabilmek, yaşadığımız süreçlerden dolayı hepimizi tedirgin ediyor.
Müslümanlar olarak, uzun süre önce hayatın dışına itildik ve birçoğumuz hala itildiğimiz yerde bulunuyoruz. Bir kısmımız, itildiğimiz ve ötelendiğimiz yaşam alanlarını içselleştirdi.
Miskinlik, idealsizlik, körü körüne itaat; takva olanla özdeşleştirildi. Siyaset alanının yeniden canlanması, içimizde küllenen koru harlandırmaya başladı. Bu yeni duruma dönük hazırlıksız oluşumuz, zaman zaman ona tepki duymamıza ve tedirgin yaklaşmamıza neden oldu. Bizlerin yaşadığı acıları çekmeyen gençlerimize, illa aynı acıları yaşatmamıza gerek yok. Toprağımıza ve değerlerimize bağlı kalarak bu yeni süreci yaşamalıyız. Yeni Türkiye’ye ne söylüyoruz, milletimiz bizden ne bekliyor?
Yeni siyaset ve cemaat anlayışı, neye tekabül ediyor? Her dönemin kendine özel koşulları vardır. İslâmi hareketler, her dem yenilenerek yeniden doğarlar. İnsanlık, yeni bir döneme giriyor. Sınırlar anlamsızlaşırken, aynı ortamı paylaşan insanlar birbirine yabancılaşıyor. Bizler de bu yenilenme sürecinde geriye düşmemeliyiz. Modern dönemlerde Müslümanların kaybettiği değerlerden ilk kazanılması gereken İslâm ahlâkıdır. Dini kültürümüzdeki ihsan, irfan ve takva da bunu anlatır.
Türkiye’nin yeni toplumsal muhayyilesinin dayandığı akli ve ahlâki temelleri bu çerçevede şekillendirmeliyiz. Türkiye’nin ve İslâm dünyasının, hem anlamlı hem de özgür bir hayata kavuşması, ancak akli ve ahlâki olanla arasındaki bağı yeniden kurmasıyla mümkündür. İnsanların hem anlam arayışına cevap veren hem de özgürlük taleplerine set çekmeyen siyasi ve ahlâki bir tasavvurun mümkün olabileceğini ortaya koymamız lazım. Ahlâk, insanın yeryüzündeki var oluşunu anlamlandırarak temellendirir. Ahlâk ilkeleri, insanı yükseltmek için semadan arza uzatılmış sapa sağlam bir ip, bir kulp gibidir.
Akıl, ‘Nasıl düşünmeliyim?’ sorusunun cevabını verirken; ahlâk, ‘Nasıl yaşamalıyım?’ sorusunun cevabını verir. Doğru ile yanlış arasındaki ayrımı yapan akıl; iyi ve kötü arasındaki ayrımı yapan ahlâktır. Bunlar birbirini bütünler. Ancak; akli ve ahlâki ilkelerin hayat bulması özgürlük ortamına bağlıdır. Özgürlüğün olmadığı yerlerde ahlâki sorumluluk da yoktur. Bu konuda Said Hâlim Paşa’nın ahlâklı olmakla özgür olmak arasında kurduğu yakın ilişki, ahlâk felsefesinin temel unsurlarından biridir. Ahlâkın özü samimiyettir. Kişinin, zorla bir ahlâki değeri yaşıyormuş gibi yapması, ikiyüzlülüğe ve münafıklığa yol açar.
Toplum içerisinde huzurun ve güvenin tesis edilmesi; adil bir hukuk sisteminin etkin bir şekilde hayata geçirilmesi, bireylerin ve toplumun belli bir ahlâki olgunluğa erişmesi ve sorumluluğunu yerine getirmesiyle mümkündür. Türkiye’nin ve İslâm dünyasının bir selam yurduna dönüşmesi; hukuk ile ahlâk, değer ile özgürlük arasında tamamlayıcı bir ilişki kurmasına bağlıdır. Cemaat, Allah’ın “İçinizden iyiliği emredip kötülükten nehy eden bir topluluk bulunsun” emri icabınca iyilik yapmak, inşa etmek, ıslah etmek için bir araya gelen aktif iyi insanlar topluluğudur.
Cemaatler; Allah’ın rızasına ulaşmak için birer vesiledir, gaye değildir. Tüm cemaatlerin birliği ve güçlü olması önemlidir, ancak daha önemlisi İslâm’ın ortak değerleri etrafında irade birliğidir. Reşit Rıza der ki; “İttifak ettiğimiz konularda beraber hareket eder, ihtilaf ettiğimiz konularda ayrı hareket edebiliriz.” Müslümanlar olarak temel şiarımız; “Herkese adalet, herkese hürriyettir.” Dünyada bir kişi dahi özgür değilse, hiçbirimiz kendisinin özgür olduğunu söyleyemez. Tarihte büyük savaşlar genellikle küçük ihtilaflardan çıkmıştır.
Örgütlü çalışmanın manifestosu; Fatiha suresidir.
Sorular ve Sorunlar
Siyasetin doğası ile ahlâk’ın doğası hangi temel niteliklerle belirlenebilir? Siyaset ve ahlâkın doğaları örtüşebilir mi? Siyaset önceden belirlenen kalıp ve değerlerle icra edilebilir mi?
Bu soruları sormamızın nedeni siyaset ile ahlâk, cemaat ile siyaset, cemaat ile ahlâk arasında ciddi bir tartışmanın olmasıdır. Bunun çözümü bir toplumsal eylem ve davranış olan siyasetin, sosyal aktör olan cemaatin ahlâk temelince yeniden ele alınmasıdır. Günümüzde sorun sadece siyaset-ahlâk ilişkisi değil; ahlâkla insan ve toplum hayatını kuşatan bütün toplumsal faaliyet alanları arasındaki ilkesiz ilişkilerdir.
Siyasetin temel misyonu; adil ve erdemli bir toplumun inşasına katkı sunmaktır. Hukukun amacı ise devleti değil; devlete ve diğer güç odaklarına karşı bireyin ve toplumun haklarını korumaktır. Ahlâk; siyaset, ekonomi, ticaret gibi bir toplumsal eylem alanı değil, bu eylem ve davranışların nasıl olacağını gösteren kurallar ve değerler sistemidir. Ahlâki davranış daima kişisel olgunluğa dayanır; iyilik, hakikat ve adalet idealleri ile uyum içerisindedir.
Siyasette eylem ve davranışların merkezi kavramı “menfaat”, ahlâk alanında ise “vazife” vardır. Vazife ile menfaat her insani hareket tarzının iki değişik muharrikini teşkil etmektedir. Aralarında kaide olarak karşılaştırma yapılamaz. Vazife hiçbir zaman menfaatçi değildir. Menfaatin ise ahlâkla alakası yoktur.
“Eğer hayatımı tehlikeye atmak suretiyle komşunun çocuğunu kurtarmak üzere yanan eve girip kucağımda ölmüş çocukla dönsem, neticesiz kalan hareketimin kıymetsiz olduğu söylenebilir mi? Faydasız bu fedakârlığa, neticesiz bu teşebbüse kıymet veren şey ise ahlâktır.” (Aliya İzzetbegoviç)
“Menfaat, yaşamak; ahlâk ise yaşatmak ister. Bir arada barınamazlar.”
Davranış ve eylemlerimizi yönlendiren ana saik; siyasetin merkezindeki menfaat mi, yoksa ahlâkın merkezinde yer alan vazife midir? Eylem ve hareketlerimize kılavuzluk eden olgular farklılaştıkça, davranışlar da farklılaşır. Siyasetin davranış kalıpları/eylem kılavuzları ahlâka bağımlı mı, yoksa bağımsız davranabilir mi? Temel mesele siyaset alanındaki eylemlere yön veren muharrik kavram olan menfaatin; akla göre mi, yoksa ahlâkın temel ilkelerine göre mi tanımlanacağı meselesidir.
Siyasetin toplumsal ahlâk sisteminden ayrı bir eylem kılavuzu var mıdır? Siyasetin dünyasıyla ahlâkın dünyası arasında bir zıtlık söz konusu mudur?
“Bir grubun veya milletin menfaati, başka bir grubun veya milletin mensuplarının sömürülmesini ve köleleştirilmesini icap edebilir. Yeni Çağ’ın devletlerinin ve emperyalistlerin tarihi, bu tür cinayetlerle doludur.” (Aliya İzzetbegoviç)
Genelde kamu menfaati için onur, erdem, ahlâk ve bireyin hakkı ihlâl edilebilmektedir. Bu alanın tüm cazibe ve yozlaşmalarına karşı, köklü çalışma ve pratiklere ihtiyaç var. Tarihte bu konuda siyasetname/nasihatnameler hazırlanmıştır.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında İsmet İnönü, bir grup subaya yaptığı konuşmada şöyle seslenir: “İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilesiniz efendiler. Padişah düşmanımızdır. Yedi düvel düşmanımızdır… Kimse işitmesin; bu millet de düşmanımızdır.” (İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Sayfa: 96)
Ülkemizin yaşadığı bu vahim süreç kendisi olmaktan vazgeçen ama bir türlü başkası da olamayan bir milletin modernleşme krizidir. Siyaset, bir fikrin hayatın her alanına sirayet ederek geliştirilmesidir. Sadece bir partiye oy vermekten ibaret değildir.
Siyasetin doğası; menfaat kavramı üzerine oturmaktadır. Ancak bu durum siyasetin ahlâk dışı bir alan olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü insan davranışları hangi alana yönelik olursa olsun temelde ahlâk ve değerlere bağımlıdır.
Ahlâk ile siyaset arasında ayrılmaz bir ilişki olduğuna göre; siyaset ahlâkından ve devlet ahlâkından söz etmek mümkündür. Nasıl meslek ahlâkından, aile ahlâkından, sosyal ahlâktan, bireysel ahlâktan söz edilebiliyorsa; siyaset, devlet ve cemaat ahlâkından da söz etmeliyiz. Siyaset, davranış ahlâkı olarak da adlandırılabilir. Sosyal bir kurumun ahlâk disiplini olmadan yaşaması düşünülemez. Bugün siyaset ahlâkından ziyade; siyasetçi ahlâkı ve politik ahlâk öne çıkmaktadır.
Meşruiyet / Ahlâk İlişkisi
Siyaset ya da devlet, yapıp ettiğini meşrulaştırmak için dine başvurabilir ve bu kanalla toplumsal meşruiyet de elde edebilir. İktidarın mevcut hukuk normları ve kanunlar çerçevesinde toplumdan meşruiyet elde etmesi, bu meşruiyetin ahlâki açıdan geçerli/doğru olduğu/kabul edildiği anlamına gelmez.
Ahlâkta öncelikli olan davranışın arkasında ne tür bir niyetin olduğudur. Modern devlet ve siyaset; dini ve ahlâki değerleri kendisi için araçsallaştırmıştır. Din ile ilişkisinde kendisini üstte, merkezde; dini de bir alt olgu olarak görmekte, ihtiyaç duyduğunda bu araca başvurmaktadır.
Yeniden yorumladığımız Yeni Dünya’da ve Türkiye’de; yükümüz ve yükümlülüklerimiz artıyor. Bu zaman diliminde şahit olduğumuz ahlâki sorumluluklardan kaçamayız. Yeni Türkiye’nin inşası ve İslâm dünyasının özgürleşmesi; içimizden bir gruba sorumluluk yüklenmesi ve geride kalanlarımızın seyretmesiyle gerçekleşmez.
Her birimizin temel misyonu, bu yükleri taşıyacak kaliteli insan yetiştirmektir. Amacımız sayı çoğaltmak değil; yetkin ve her alanda derinlikli, kişisel istikbal kaygısı olmayan, hasbi insanlar yetiştirmektir. Geçmişte olduğu gibi risk alan adımlar atmada öncü olmalıyız. İçinde yaşadığımız toplumun bürokrasi ve siyaset unsurlarıyla bu özgüvenle temas kurabilmeliyiz.
Eski Türkiye’nin yozlaşmış siyasi, bürokratik ve kapalı yapılarını nasıl aşabiliriz? Cemaatler bu tıkanıklıkları niçin yaşıyor? Yeni Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri, bir kısmı kripto yapılara, bir kısmı da çıkar şebekelerine dönüşen bazı cemaatler olmuştur. Ancak bu arada açık, şeffaf, inandığı değerlere ve milletine yaslanan cemiyet ve cemaatlerin varlığı da umut vericidir.
Büyüyen yapılar, daha büyük global organizasyonların dikkatini çeker. Türkiye’deki her hareketin özelde İslami hareketin büyürken bu devşirme yapıların düştüğü duruma düşmemek için ne yapması gerektiğini her daim açık seçik bir şekilde tartışabilmeliyiz. İslâmi hareketin kendi içinde gettoları ve toplum hayatında sorumluluk yüklenenlerin özel hayatı olamaz.
Devlet ve Misyonu
Artık aynada kendine dürüstçe bakabilen ve tarihiyle yüzleşebilen bir Türkiye, kendisiyle barışabilir ve özgürleşme yolunda kararlı adımlar atabilir. Toplumsal tezkiye, birlikte arınmaktır. Darbelere, çetelere, faili meçhullere, vesayetçiliğe, ayrımcılığa, inkâr politikalarına, zulmün ve şiddetin her türüne karşı durabilen bir Türkiye; bir millet olarak arınabilir ve güçlü bir gelecek inşa edebilir.
Türkiye’nin birkaç asırdır devam eden, dönem dönem kronik hale gelen “kendi olamama” hastalığı; kimliğiyle, kültürüyle, milletiyle, dini, etnik ve mezhebi zenginliğiyle yeniden barışmasıyla aşılacaktır. Türkiye; siyasetten düşünceye, tarih araştırmalarından sanata, dış politikadan iş dünyasına, sinemadan müziğe bu istikamette önemli adımlar atmaya başlamıştır. Ama daha yolun başında olduğumuzu unutmayalım.
Kendi hayallerimizi gerçekleştirmek, kendi muhayyilemizi inşa etmek, ahlâklı ve özgür bireyler olmak ve erdemli bir toplum olarak yaşamak için ayağa kalkmaya henüz yeni başladık. Bizler Hz. Âdem’den başlayıp bu güne gelen insanlık yürüyüşünün ve ailesinin içindeyiz/devamıyız.
Mekke’de Daru’l-Erkam’da, Medine’de Mescidi Nebevi’de, İmam-ı Azam’ın okulunda, Yunus’un dergâhında, Hacı Bektaş’ın ocağında, Mevlana’nın otağında olduğu gibi ocaklarımız da siyasette, bürokraside, akademik alanda, iktisadi alanda, sanatta, edebiyatta vb. her alanda çaba gösteren her insanımızın yüreğini koyarak birbirini temizlediği ocaklar olmalı.
Sınırlar, devletler içindir. İnsanlığa dair derdi olanların sorumluluklarının sınırı olmaz. Vicdanı olan erdemli hareketler olmalıyız. Onurumuzla kazandığımız erdemlerimizi çoğaltmalı, dün olduğu gibi yarın da her daim mazlumun yanında zalimin karşısında durmalıyız. Aliya İzzetbegoviç’in deyimiyle “Allah’ın sünneti ile uyumlu olduğu sürece hiçbir hedef ütopya değildir.”